CEZA HUKUKUNDA UZLAŞTIRMA

Giriş

Uzlaştırma, hem ağırlıklı olarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 253-255. maddelerinde belirtilen usul hukukuna, hem de fail ve devlet arasındaki cezalandırma ilişkisini sona erdirmesi bakımından maddi hukuka ilişkin karma nitelikte bir düzenlemedir. Nitekim Yargıtay da uzlaştırmayı karma nitelikli bir hukuki müessese olarak kabul etmektedir.

Genel olarak uzlaştırma, uzlaştırma kapsamına giren bir suç nedeniyle, şüpheli ya da sanık ile mağdur veya suçtan zarar görenin kanun ve yönetmelikteki usul ve hükümlere uygun olarak uzlaştırmacı tarafından anlaştırılmış olmalarını ifade eder. Uzlaştırma, cezalandırıcı adalet anlayışına alternatif bir uyuşmazlık çözümü ve onarıcı adalet anlayışının önemli alanlarından biridir. Diğer bir ifadeyle uzlaştırma, yargılama dışı bir alternatif çözüm yoludur.

Uzlaştırma, fail ile mağdurun uzlaştırmacı önünde iradelerine uygun bir anlaşma yaparak ceza uyuşmazlığını gidermeleridir1. Uzlaştırma sürecinin başlayabilmesi için şüpheli hakkında iddianame düzenlenecek kadar yeterli şüphe oluşmalıdır.

Uzlaştırma, uzlaştırma kapsamındaki bir suç nedeniyle başlatılan ceza soruşturması veya kovuşturması sırasında, dosyanın Cumhuriyet savcısı ya da davaya bakan mahkeme tarafından uzlaştırma bürosuna gönderildiği, burada görevlendirilen uzlaştırmacının da öncelikle mağdurun zararının giderilmesine, şüpheli veya sanığın da yargılamanın sonuçlarından kurtulmasına yönelik olarak tarafları anlaştırmak için bir araya getirip uyuşmazlığın yargı dışı yolla çözümünü sağladığı bir süreçtir2.

Uzlaştırmanın temel ve en büyük amacının “barışma” olduğunu söyleyebiliriz. Zira fail ile mağdurun uzlaşması, her iki tarafın da aktif katılımını gerektiren kolektif bir yaklaşım sonucu ortaya çıkan barışmanın bir türüdür3. Alternatif bir uyuşmazlık çözüm yolu olan uzlaştırma, hem mağdurun hem de failin çözüm sürecine etkin biçimde katıldığı ve süreçte söz sahibi olduğu bir yöntem olması nedeniyle ceza adalet sistemine hizmet eden bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle uzlaştırma, Cumhuriyet savcılarının ve mahkemelerin iş yükünü azaltan, uyuşmazlığın çözümüne ilişkin süreci hızlandıran ve masrafları da mümkün olan en düşük düzeyde tutarak ceza adalet sistemini rahatlatan bir kurumdur.

Uzlaştırma, ceza adalet sisteminden tümüyle bağışık ve ayrık değildir. Bu nedenle uzlaştırmada tarafların adalete ve adaletin yerine gelme sürecine olan güven duygusunu sarsacak uygulama ve davranışlardan kaçınılmalıdır4. Uzlaştırma, hem mağdurun haklarını hızlı ve etkin bir yöntemle elde etmesini, hem de şüpheli ya da sanığın devletle arasındaki ceza ilişkisini sona erdirmeyi amaçlamaktadır. Uzlaştırma, şüpheli/sanık hakları kadar mağdur haklarının da gözetilmesi ve geciken adaletin adaletsizlik olduğu düşüncesiyle mağdura suçtan doğan zararının en kısa sürede giderilmesi olanağını sağlayan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır5.

Uygulamada, özellikle taksirli suçlarda mağdurlar, soruşturma ve kovuşturma sürecine katılmadan, avukat tutmadan, yargılama masrafı ödemeden, daha önceden tanımadığı bir kişiyle husumet içine girmemek, mağduriyetinin bir an önce giderilmesini ve zararlarının karşılanmasını sağlamak için uzlaşmadan yana tavır sergilemektedirler. Kasten işlenen suçlarda da tarafların husumetin büyümemesi ve kısa zamanda barış ortamını sağlamak düşüncesi ile yine karşılıklı uzlaşmayı tercih ettikleri görülmektedir.

Özetle uzlaştırma, onarıcı bir adalet anlayışı olup, cezalandırıcı adalet anlayışına bir alternatiftir. Uzlaştırmayı benimsemek, cezalandırma sisteminden tamamen vazgeçmek anlamına gelmemekte, cezalandırıcı adalet anlayışının sakıncalarını mümkün olduğunca en aza indirmeye imkân tanımaktadır. Çünkü yargılama sonucunda ispat sorunları nedeniyle fiilin cezasız kalması da muhtemeldir. Yine fail cezalandırılsa dahi, fail ile mağdur arasındaki husumet sürmekte, gerçek anlamda bir barış sağlanamamaktadır. Uyuşmazlık mahkeme kararıyla sonuçlandığı için taraflar da kendi beklentileri bakımından sonuçtan tatmin olmamaktadırlar. Bu tatminsizlik, özellikle mağdurun zararının giderilmemesi veya husumetin sona ermemesi dolayısıyla yeni olaylara gebe olabilecektir. Ceza hukukunda suçun karşılığı yalnızca ceza olarak öngörüldüğü için, mağdurun zararının giderilmesi tali bir mesele olarak algılanır. Zararı giderilmeyen mağdur, ayrıca tazminat davası açmak ve icra takibinde bulunmak gibi başka hukuki yollara başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu da hem kişilere bir yük hem de yargı için artı iş yüküdür. Zaten yargılama süreci taraflar için başlı başına uzun ve yıpratıcıdır. Uzun yargılama süreci de hem tarafların önemli ölçüde masraf yapmalarına yol açmakta, hem de usul ekonomisi ilkesine aykırı düşmektedir. Bu sebeplerle uzlaştırma müessesesinin daha işlevsel hale getirilmesi gerekir6.

2. Uzlaştırmanın Yararları

Alternatif bir uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak uzlaştırma, ceza adalet sistemine soluk aldırabilecek bir kurumdur. Mağdurun zararının giderilmesi ve onarıcı adalet fonksiyonu yanında ayrıca bir de moral unsuru vardır. Bu nedenle uzlaştırma, suçun faili bakımından cezanın fonksiyonlarından olan “özel önleme” fonksiyonuna yardım ettiği gibi mağdurun ve genel olarak toplumun da yararlarının korunmasını sağlar.

2.1. Mağdur Açısından

Uzlaştırma, mağdura, yapılan yargılama sonucu elde edeceği tatminden çok daha fazla tatmin sağlar. Mağdur, uzlaştırma sayesinde failin gözlerinin içine bakarak, yanıtı ancak fail tarafından verilebilecek soruları sorma ve söz konusu hukuka aykırı eylem dolayısıyla ne hissettiğini faile anlatma imkânına sahip olur. Failden intikam alma arzusu azalır. Suçtan kaynaklanan travmayı daha kolay atlatması sağlanır.

Uzlaştırma sayesinde mağdur, ceza ve tazminat davaları ile uğraşmaktan kurtulur; zararının kısa sürede giderilmesi sayesinde adalete duyduğu güven artar7. Zira ceza davalarında devletin asıl amacı mağdurun zararını karşılamak değil kamu düzeni ve güvenliğini sağlamak için faili cezalandırmak olduğundan, cezalandırma sonucu mağdur yeterince tatmin olmayacak ama uzlaştırma yoluyla tam olarak tatmini sağlanacaktır. Ayrıca ceza adalet sistemi yavaş işlediğinden soruşturma ve yargılama süreçleri de mağduru yormakta ve hatta bıkkınlık oluşturmaktadır. Uzlaştırma ile mağdur, ceza adalet sistemlerinin olumsuz etkilerinden kurtulmaktadır. Çünkü mağdur, en temel karar verici durumundadır. Uğradığı zararın nasıl giderileceği konusunda belirleyici bir konuma sahiptir.

2.2. Fail Açısından

Uzlaştırma sonucunda ortaya çıkan karar, failin kendi iradesinin de etkili olduğu bir karar olacaktır. Uzlaştırma sürecinde fail, hukuka aykırı eylemi nedeniyle mağdurun dünyasında yarattığı etkiyi görecek ve bu sayede gerçekten pişman olabilecek, mağdurun muhtemel intikam alma girişimlerinden de kurtulmuş olacaktır. Fail, ceza ve tazminat davaları ile uğraşmaktan kurtulacağı gibi, hapis ya da para cezası ile de karşı karşıya kalmayacaktır8.

Uzlaştırma sayesinde fail, ceza muhakemesi sonunda ceza almaktan ve dolayısıyla aldığı cezanın adli sicil kaydına işlenmesine ilişkin sonuçlardan da kurtulmakta, işlediği suç nedeniyle mağdurun duygularını anlama ve zararını giderme olanağına da sahip olmaktadır. Mağdur ile duygudaşlık yapma fırsatı bulmakta, mağdurun duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmakta ve gelecekte yeni bir suç işleme olasılığı da azalmaktadır. Böylece topluma yeniden kazandırılan fail, suçlu olarak damgalanmaktan kurtulup, eyleminin sonuçlarını mağdur ile birlikte yönetebilmektedir9.

2.3. Toplum Açısından

Uzlaştırma, tarafların adalet sistemine olan inanç ve güvenlerinin sağlamlaştırılmasını sağlar, faillerin toplumla yeniden bütünleşmelerine katkı sunar ve böylece sosyal barış gerçekleşir. Uzlaştırma kurumu, birbiriyle davalı bireyler yerine, birbiriyle uzlaşan insanlardan oluşan bir toplumun hüküm sürmesini sağlayacaktır10. Suçun işlenmesiyle birlikte bozulan toplumsal barış, uzlaştırma ile yeniden oluşturulur. Toplumun barış ve huzur içinde yaşamasına katkı sağlanır.

3. Genel Olarak Uzlaştırma Kapsamındaki Suçlar

Uzlaştırma kapsamındaki suçlar, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlar ile şikâyete bağlı olup olmadığına bakılmaksızın CMK’nın 253. maddesinde sayılan suçlardır. Soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olup etkin pişmanlık hükümleri öngörülen suçlar (mala zarar verme, güveni kötüye kullanma, kullanma hırsızlığı vs.) ile basit hırsızlık ve basit dolandırıcılık suçlarında da uzlaştırma yoluna gidilir.

24.11.2016 tarihli 6763 sayılı Kanun’un 34. maddesi ile CMK’nın 253. maddesine getirilen yeni düzenlemeyle, mağdurun veya suçtan zarar görenin gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi olması koşuluyla, suça sürüklenen çocuklar bakımından ayrıca üst sınırı 3 yılı geçmeyen hapis veya adli para cezasını gerektiren suçlar da uzlaştırma kapsamına alınmıştır. Suça sürüklenen çocuklara yüklenen cinsel taciz suçuyla ilgili olarak da uzlaştırma yoluna gidilir.

Ancak uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen bir başka suçla birlikte işlenmiş olması hâlinde uzlaştırma hükümleri uygulanmaz. (CMK.m.253/3). Örneğin, uzlaştırma kapsamında olan hakaret suçunun uzlaştırma kapsamında olmayan cinsel istismar suçu ile birlikte işlenmesi halinde uzlaştırma hükümleri uygulanamayacaktır.

Ayrıca aralarında iştirak ilişkisi olsun veya olmasın, birden çok kişi tarafından işlenen suçlarda ancak uzlaşan şüpheli veya sanık uzlaştırmadan yararlanır. (CMK.m.255).

4. Uzlaştırmanın Etkileri

Soruşturma kapsamında uzlaştırma sonuçlanınca, şüpheli edimi yerine getirdiyse kovuşturmaya yer olmadığına, edim ileri bir tarihe ertelenmişse edimin ifasına kadar kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilir. Erteleme süresince zamanaşımı işlemez.

Uzlaştırmanın sonuçsuz kalması halinde tekrar uzlaştırma yoluna gidilemez. (CMK.253/18). Ancak, uzlaştırma teklifinin reddedilmesine rağmen, şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar gören, uzlaştıklarını gösteren belge ile en geç iddianamenin düzenlendiği tarihe kadar Cumhuriyet savcısına başvurarak uzlaştıklarını beyan edebilirler. (CMK.m.253/16). Şüphelinin edimini yerine getirmemesi halinde uzlaştırma raporu veya belgesi, İcra ve İflas Kanunu’nun

38. maddesinde yazılı ilam mahiyetini haiz belgelerden sayılır. Ayrıca, uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle maddi veya manevi tazminat davası açılamaz. Açılmış olan davadan ise feragat edilmiş sayılır.

Uzlaştırma gerçekleşip Cumhuriyet savcısı tarafından onaylanmak suretiyle kesinleştikten sonra, mağdurun uzlaşma konusu edimin yerine getirilmesini kabul etmemesi ve dolayısıyla uzlaşmadan vazgeçmesi mümkün değildir. Bu nedenle mağdurun uzlaşma konusu edimin yerine getirilmesini kabul etmemesi hâlinde dahi, şüphelinin kendisine yüklenen edimi, uzlaşma raporunda belirtildiği şekilde yerine getirmesi ile sorumluluktan kurtulacağının kabulü gerekir. Ancak nakdi bir ödemenin bizzat mağdura yapılması şeklinde bir edim söz konusu ise, şüpheli soruşturma makamından ödeme yeri tayini isteyebilmeli ve belirlenen bu yere yapılan ödeme geçerli kabul edilmelidir. Bu şekilde yapılmış bir ödeme varsa uzlaşma gerçekleşmiş ve edim yerine getirilmiş sayılacağından, kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmelidir11.

Kamu davası açıldıktan sonra da kovuşturma konusu suçun CMK’nın 253. maddesinde belirtilen suçlardan olduğunun anlaşılması halinde, uzlaştırma işlemleri mahkeme tarafından gerçekleştirilir. (CMK.m.254/1). Kamu davası devam ederken suç vasfının değişmesi nedeniyle kovuşturma konusu suçun uzlaşma kapsamında olduğunun anlaşılması halinde, uzlaştırma işlemleri CMK’nın 253. maddesinde belirtilen esas ve usule göre, mahkeme tarafından dosya uzlaştırma bürosuna gönderilerek yapılır. Uzlaşma gerçekleştiği takdirde mahkeme, uzlaştırma sonucunda sanığın edimini defaten yerine getirmesi halinde davanın düşmesine karar verir. Edimin yerine getirilmesinin ileri tarihe bırakılması, takside bağlanması veya süreklilik arz etmesi halinde ise sanık hakkında CMK’nın 231. maddesindeki şartlar aranmaksızın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilir. Geri bırakma süresince zamanaşımı işlemez. Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildikten sonra uzlaşmanın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde, mahkeme tarafından, CMK’nın 231. maddesinin 11. fıkrasındaki şartlar aranmaksızın hüküm açıklanacaktır.

5. Suça Sürüklenen Çocuklarda Uzlaştırma Yöntemi

Ceza sorumluluğu bulunmayan çocuklar bakımından güvenlik tedbirlerinin uygulanması söz konusu iken, uzlaştırma hükümleri uygulanamaz.

12-15 yaş grubundaki çocuklar ile 1518 yaş arasındaki sağır ve dilsiz çocukların öncelikle işledikleri fiilin anlam ve sonuçlarını algılayıp algılamadıkları ve davranışlarını yönlendirme yeteneklerinin bulunup bulunmadığı tespit edilerek, ceza sorumluluklarının bulunması halinde uzlaşma yoluna gidilir12.

CMK’nın 253/4. maddesinde, şüphelinin ergin olmaması halinde uzlaşma teklifinin kanunî temsilcisine yapılacağı öngörülmektedir. Uzlaştırma Yönetmeliğinin 8/2. maddesinde ise “Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar görenin reşit olmaması ya da kısıtlı olması hâli ile mağdur veya suçtan zarar görenin ayırt etme gücü bulunmaması durumunda, uzlaşma teklifi kanunî temsilcilerine yapılır. Bu kişilerin ayırt etme gücüne sahip olup olmadıkları Cumhuriyet savcısı tarafından araştırıldıktan sonra, uzlaşma teklifinin muhatabı belirlenir” hükmüne yer verilmiştir.

Uzlaştırma görüşmelerine şüpheli, mağdur, suçtan zarar gören, kanunî temsilci, müdafi veya vekil katılabilir. Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar görenin kendisi veya kanunî temsilcisi ya da vekilinin açıklayıcı tebligata rağmen müzakerelere katılmaktan imtina etmesi halinde, uzlaşma kabul edilmemiş sayılır. (CMK m. 253/13).

Soruşturma konusu suçun uzlaştırmaya tâbi olması halinde, Cumhuriyet savcısı veya uzlaştırma bürosunun atadığı uzlaştırmacı, mağdur veya suçtan zarar görene uzlaşma teklifinde bulunur. Şüphelinin, mağdurun veya suçtan zarar görenin reşit olmaması halinde, uzlaşma teklifi kanunî temsilcilere yapılır. Uzlaştırmacı, uzlaşma teklifini, açıklamalı tebligat veya istinabe yoluyla da yapabilir. Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar gören, kendisine uzlaşma teklifinde bulunulduktan itibaren 3 gün içinde kararını bildirmediği takdirde teklifi reddetmiş sayılır. Uzlaşma teklifinde bulunulması halinde, kişiye uzlaştırmanın mahiyeti ve uzlaşmayı kabul veya reddetmesinin hukukî sonuçları anlatılır.

Pekin Kuralları’nın 15. maddesinde ebeveyn, yasal danışman (avukat) ve yasal temsilcinin (vasi) yargılamalara katılma hakkı bulunduğu ve yargılayan makamın olayı en iyi biçimde çözüme bağlamak için bu kişilerden çocuğun çıkarları adına kendisine katkıda bulunmalarını talep edilebileceği, bu kişilerin çocuğa karşı ancak bir tavır sergilemeleri ihtimali söz konusu olduğunda duruşmalara ya da arabuluculuk görüşmelerine alınmamaları öngörülmektedir. Uzlaştırma müzakerelerinde bu hususa dikkat edilmelidir.

Uzlaştırma müzakerelerinde çocuğun yanında sosyal çalışma görevlisi de bulunmalıdır13.

6. Edim

Uzlaşmanın sağlanması için maddi edim (para, malın aynen iadesi) söz konusu olabileceği gibi özür dileme, hediye alma vb. manevi edimler de yeterli olmalıdır14. Ancak edimin hukuki ve ahlaki olması gerekir. Uygulamada sivil toplum kuruluşlarına bağış yapılması, hastane masraflarının karşılanması, trafik kazalarında hasar bedelinin ödenmesi, yırtılan elbisenin yenisinin alınması, kütüphaneye kitap bağışı yapılması vs. maddi edimlerle veya daha dikkatli olacağına dair söz verme, özür dileme, gazetede özür ilanı vs. manevi edimlerle uzlaştırmanın yapıldığı gözlemlenmektedir.

7. Uzlaştırma Kapsamına Alınması Önerilen Suçlar

Aşağıda belirttiğimiz suçların uzlaştırma müessesesi kapsamına alınması halinde, bu kurumun ceza adalet sistemi açısından çok daha faydalı ve işlevsel hale geleceği kanaatindeyiz:

a) TCK.m.165 (suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi)

b) TCK.m.86/2-3 (kasten yaralama)

c) TCK.m.107/1-2 (şantaj)

d) TCK.m.125/3-a (kamu görevlisine hakaret)

e) TCK.m.163/1-2 (karşılıksız yararlanma)

f) TCK. m.232/1-2 (kötü muamele)

g) TCK.m.265/1 (görevi yaptırmamak için direnme)

8. Uzlaştırmacının Sahip Olması Gereken Niteliklere Dair Öneriler

Uzlaştırma müessesesi ayrı bir uzmanlık gerektirdiğinden, uzlaştırmacı olarak görev alacak olan kişinin ceza hukuku alanında uzman ve tecrübeli olması şarttır. Uzlaştırmacının ceza hukuku bilgisine sahip olması gerektiği gibi, uzlaştırma işlemlerinde kullanılması zorunlu olan insan ilişkileri, psikoloji ve iletişim teknikleri alanında da özel yeteneklere sahip olması gerekir. Bu nedenlerle uzlaştırmacının ciddi bir şekilde eğitilmesi ve eğitiminin belli dönemlerde yenilenmesi gerekmektedir.

TCK’DA YER ALAN UZLAŞMAYA TABİ SUÇLAR (YETİŞKİNLER İÇİN)

Kasten Yaralama

TCK 86/1 (86/3-a.b.c.d.e ile birleşmesi halinde uzlaşmaya tabi değil)

–          TCK 86/2 (Şikâyete tabi; 86/3.a.

b.c.d.e ile birleşmesi halinde uzlaşmaya tabi değil)

–          TCK 88

Taksirle Yaralama

–          TCK 89/1-2-3-4 (Şikâyete tabi; bilinçli taksir halinde 89/1 hariç şikâyete tabi değil; bilinçli taksir olsa bile 89/1-2-3-4 uzlaşmaya tabi)

Tehdit

–          TCK 106/1-birinci cümle

–          TCK 106/1-ikinci cümle (Şikâyete tabi)

Konut Dokunulmazlığın İhlali

–          TCK 116/1-2 (Şikâyete tabi)

–          TCK 116/4 (Şikâyete tabi değil, uzlaşmaya tabi)

–          TCK 116 ile 119 birleşirse uzlaşmaya tabi değil

İş ve Çalışma Hürriyetinin İhlali

–          TCK 117/1 (Şikâyete tabi; 119 ile birleşirse uzlaşmaya tabi değil)

Kişilerin Huzur ve Sükûnunu Bozma

–          TCK 123/1 (Şikâyete tabi)

Hakaret

TCK 125/1-2-3.b.c-4 (Şikâyete tabi; 125/3-a şikâyete ve uzlaşmaya tabi değil)

Kişinin Hatırasına Hakaret

–          TCK 130/1-2 (Şikâyete tabi)

Haberleşmenin Gizliliğini İhlal

–          TCK 132/1-2-3 (Şikâyete tabi)

Kişiler Arasındaki Konuşmaların Dinlenmesi ve Kayda Alınması

–          TCK 133/1-2-3 (Şikâyete tabi)

Özel Hayatın Gizliliğini İhlal

–          TCK 134/1-2 (Şikâyete tabi)

Hırsızlık

–          TCK 141

–          TCK 144 (Şikâyete tabi)

Kullanma Hırsızlığı

–          TCK 146 (Şikâyete tabi)

Yağma Suçunda Daha Az Ceza Getiren Hal

–          TCK 150 (Tehdit kapsamında kalacak; cebir varsa kasten yaralamaya ilişkin uzlaşmaya tabi durumlar söz konusu olacak)

Mala Zarar Verme

–          TCK 151/1-2 (Şikâyete tabi)

Hakkı Olmayan Yere Tecavüz

–          TCK 154/1 (Şikâyete tabi)

Güveni Kötüye Kullanma

–          TCK 155/1 (Şikâyete tabi)

Bedelsiz Senedi Kullanma

–          TCK 156 (Şikâyete tabi)

Dolandırıcılık

–          TCK 157/1

Dolandırıcılıkta Daha Az Cezayı Getiren Hal

–          TCK 159 (Mağdur gerçek kişi veya özel hukuk tüzel kişisi olmak kaydıyla, 157/1 ve 158/1-2 şikâyete ve uzlaşmaya tabi)

Kaybolmuş veya Hata Sonucu Ele Geçmiş Eşya Üzerinde Tasarruf

–          TCK 160 (Şikayete tabi)

(TCK’nın 142, 143, 152, 152/2,

158, 161, 162, 163, 164, 165 ve 166.

maddelerindeki suçların 167/2. maddede belirtilen kişilere karşı işlenmesi halinde, bu suçlar da şikayete ve uzlaşmaya tabi)

Açığa Atılan İmzanın Kötüye Kullanılması

–          TCK 209/1 (Şikâyete tabi)

Aile Hukukundan Kaynaklanan Yükümlülüğün İhlali

–          TCK 234/1 (Şikâyete tabi)

Çocuğun Kaçırılması ve Alıkonulması

–          TCK 234/1-2

–          TCK 234/3 (Şikâyete tabi)

Ticari Sır, Bankacılık Sırrı veya Müşteri Sırrı Niteliğindeki Bilgi veya Belgelerin Açıklanması

–          TCK 239/1-2 (Şikâyete tabi)

–          TCK 239/3 (Şikâyete tabi değil)

 TCK’DA YER ALAN UZLAŞMAYA TABİ SUÇLAR (SUÇA SÜRÜKLENEN ÇOCUKLAR İÇİN)

Kasten Yaralama

TCK 86/1

–          TCK 86/2 (Şikâyete tabi)

–          TCK 86/2-3.a.b.c.d.e. (Şikâyete tabi değil; uzlaşmaya tabi)

–          TCK 88

–          TCK 86/2-3.a.b.c.e (87/3 ile birleşmesi halinde uzlaşmaya tabi)

Taksirle Yaralama

–          TCK 89/1-2-3-4 (Şikâyete tabi; bilinçli taksir halinde 89/1 hariç şikâyete tabi; bilinçli taksir olsa bile 89/1-2-3-4 uzlaşmaya tabi)

İnsan Üzerinde Deney

TCK 90/1

Organ ve Doku Ticareti

TCK 91/2-6

Terk

TCK 97/1

Yardım ve Bildirim Yükümlülüğünün Yerine Getirilmemesi

TCK 98/1-2

Çocuk Düşürtme

–          TCK 99/2-son cümle

Çocuk Düşürme

TCK 100/1

Kısırlaştırma

TCK 101/2

Şantaj

TCK 107/1-2

Cebir

TCK 108/1 (86/2 veya 86/23.a.b.c.d.e. ile birleşmesi halinde şikâyete tabi değil; uzlaşmaya tabi)

Siyasi Haklarının Kullanılmasının Engellenmesi

–          TCK 114/1 (119 ile birleşirse uzlaşmaya tabi değil)

İnanç Düşünce ve Kanaat Hürriyetinin Kullanılmasını Engelleme

–          TCK 115/1-2-3 (119 ile birleşirse uzlaşmaya tabi değil)

Konut Dokunulmazlığının İhlali

–          TCK 116/1-2 (Şikâyete tabi)

–          TCK 116/4 (Şikâyete tabi değil ancak uzlaşmaya tabi; 119 ile birleşirse uzlaşmaya tabi değil)

–          TCK 116/2 ile 119/1 birleşirse şikâyete tabi değil ancak uzlaşmaya tabi)

İş ve Çalışma Hürriyetinin İhlali

–          TCK 117/1 (Şikâyete tabi)

–          TCK 117/2-3-4 (Şikâyete tabi değil ancak uzlaşmaya tabi)

Nefret ve Ayrımcılık

TCK 122/1.a.b.c.d

Kişilerin Huzur ve Sükûnunu Bozma

–          TCK 123/1 (Şikâyete tabi)

Haberleşmenin Engellenmesi

TCK 124/1

Hakaret

–          TCK 125/1-2-3.a.b.c-4 (Tamamı uzlaşmaya tabi; 125/3-a hariç şikâyete tabi)

Kişinin Hatırasına Hakaret

–          TCK 130/1-2 (Şikâyete tabi)

Haberleşmenin Gizliliğini İhlal

–          TCK 132/1-2-3 (Şikâyete tabi)

Kişiler Arasındaki Konuşmaların Dinlenmesi ve Kayda Alınması

–          TCK 133/1-2-3 (Şikâyete tabi)

Özel Hayatın Gizliliğini İhlal

–          TCK 134/1-2 (Şikâyete tabi)

Kişisel Verilerin Kaydedilmesi

TCK 135/1

Verileri Yok Etme

TCK 138/1

Hırsızlık

–          TCK 141 (143 ile birleşirse uzlaşmaya tabi değil)

–          TCK 144 (Şikâyete tabi; 143 ile birleşirse şikâyete tabi değil ancak uzlaşmaya tabi)

Kullanma Hırsızlığı

–          TCK 146 (Şikâyete tabi)

Yağma Suçundan Daha Az Cezayı Gerektiren Hal

–          TCK 150 (Tehdit 106/1 kapsamında kalacak, cebir varsa kasten yaralamaya ilişkin uzlaşmaya tabi durumlar söz konusu olacak)

Mala Zarar Verme

–          TCK 151/1-2 (Şikâyete tabi)

Hakkı Olmayan Yere Tecavüz

–          TCK 154/1 (Şikâyete tabi)

Güveni Kötüye Kullanma

–          TCK 155/1 (Şikâyete tabi)

Bedelsiz Senedi Kullanma

–          TCK 156/1 (Şikâyete tabi)

Dolandırıcılık

TCK 157/1

Dolandırıcılıkta Daha Az Cezayı Getiren Hal

–          TCK 159 (Mağduru gerçek kişi veya özel hukuk tüzel kişi olmak kaydıyla, 157/1 ve 158/1-2 şikayete ve uzlaşmaya tabi)

Kaybolmuş Veya Hata Sonucu Ele Geçmiş Eşya Üzerinde Tasarruf

–          TCK 160/1 (Şikâyete tabi)

Karşılıksız Yararlanma

TCK 163/1-2-3

Suç Eşyasının Satın Alınması veya Kabul Edilmesi

TCK 165/1

Bilgi Vermeme

TCK 166/1

(TCK’nın 142,143,152,155/2, 158,161,164

maddelerindeki suçların 167/2. maddesinde belirtilen kişilere karşı işlenmesi halinde bu suçlar da şikayete tabi ve uzlaşma kapsamında)

Açığa Atılan İmzanın Kötüye Kullanılması

–          TCK 209/1 (Şikâyete tabi)

Çocuğun Soy bağını Değiştirme

TCK 231/1-2

Kötü Muamele

TCK 232/1

Aile Hukukundan Kaynaklanan Yükümlülüğün İhlali

–          TCK 233/1 (Şikâyete tabi)

TCK 233/2-3

Çocuğun Kaçırılması ve Alıkonulması

–          TCK 234/1-2 -TCK 234/3 (Şikâyete tabi)

Ticari Sır, Bankacılık Sırrı veya Müşteri Sırrı Niteliğindeki Bilgi veya Belgelerin Açıklanması

–          TCK 239/1-2 (Şikâyete tabi)

–          TCK 239/3 (Şikâyete tabi değil)

Bilişim Sistemine Girme

–          TCK 243

Bilişim Sistemindeki Verileri Bozma, Yok Etme, Değiştirme

TCK 244/2

Görevi Yaptırmamak İçin Direnme

TCK 265/1

DİPNOTLAR:

1. Centel, Nur/Zafer, Hamide, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınları, 11. Bası, İstanbul 2014, s. 477.

2. Erdem, Mustafa Ruhan/Eser, Ferda/ Özşahinli, Pakize Pelin, 100 Soruda Uzlaşma, Seçkin Yayınevi, Ankara 2015, s. 19.

3. Sezer, Ahmet, Öğreti ve uygulamada Ceza Usul Hukukunda Uzlaşma. Ankara: Adalet, 2010, s. 52.

4. Erdem/Eser/Özşahinli,  s. 19.

5. Erdem/Eser/Özşahinli, s. 20.

6. Gökalp, Özge Tuğçe, Ceza Usul Hukukunda Uzlaşma, Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi C: 5, No: 1, 2013, s. 28-29.

7. Aladağ, Cengiz. Ceza Hukukumuzda Yeni Bir Kavram, www.cezabb.adalet. gov.tr/makale/188.doc , (Erişim Tarihi: 15.03.2017)

8. Aladağ, Cengiz. Ceza Hukukumuzda Yeni Bir Kavram, www.cezabb.adalet. gov.tr/makale/188.doc , (Erişim Tarihi: 15.03.2017)

9. Erdem/Eser/Özşahinli, s. 21.

10. Aladağ, Cengiz. Ceza Hukukumuzda Yeni Bir Kavram, www.cezabb.adalet. gov.tr/makale/188.doc , (Erişim Tarihi: 15.03.2017)

11. Gültekin, Özkan, Mağdur Hakları Bakımından Uzlaşma, Adalet Dergisi, Y: 2012, S: 44, s. 84.

12. Sevük, s. 84.

13. Sevük, s. 85.

14. Özbek ve diğerleri, s. 914.

Araç Kullanmak Suretiyle Trafik Güvenliğini Kasten Tehlikeye Sokma Suçunun Taksirle Yaralama ve Öldürme Suçlarındaki İçtima Sorunu Üzerine Düşünceler

Trafik kavramı, “insanların veya eşyaların hareket ederek/ettirilerek taşınması” anlamına gelip, trafik suçlarının işlenme yeri, herkesçe kullanılan kamusal trafik alanlarıdır. Bu tür alanların kullanımının bir bedele veya kontrole tabi olması kamusal niteliği ortadan kaldırmamaktadır. Ulaşım aracının nerede sevk ve idare edildiği de önem taşımaz. Ulaşım aracının motorlu bir araç olması da zorunlu değildir. Bu çerçevede bir park içinde bisiklet kullanan kişinin eylemi de tipe uygun olabilir.

5237 sayılı TCK’nın ”Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma” başlıklı 179. maddesinin 2. fıkrasında ”Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarını kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare etme hali” suç olarak düzenlenmiş olup, maddede belirtilen suç, somut tehlike suçudur. Suç tehlikeli olabilecek şekilde araç kullanmak şartını içinde barındırmaktadır. Bu suç bakımından ayrıca bir netice öngörülmemiştir.

TCK’nın 179/2. maddesinde yer alan suçun oluşabilmesi için, bir trafik kazasının oluşması gerekli ve yeterli değildir. Suçun oluşabilmesi için, failin eylem ve davranışları ile trafik güvenliğini genel olarak tehlikeye sokması, kişilerin mal, can emniyeti açısından genel ve somut bir tehlike meydana çıkarması gerekir. Bu nedenle bu suç somut tehlike suçudur. Bu suç, sırf hareket suçu şeklinde düzenlenmiştir. Ancak tipte harekete ilişkin bir özgüleme olmadığından suçun serbest hareketli bir suç olduğu ifade edilmelidir. Bu çerçevede sevk ve idarenin kişilerin hayat, sağlık veya mal varlığı açısından tehlikeli olabilecek bir şekilde olması kullanım şeklinden kaynaklanabileceği gibi aracın trafiğe çıkmaya elverişli olmamasından da kaynaklanmış olabilir.

5237 sayılı TCK’nın 179/2. maddesinin gerekçesinde şöyle denilmektedir: “Aracın sevk ve idaresinin salt trafik düzenine aykırılığı bu suçun oluşumuna neden olmayacaktır. Bu suçun oluşabilmesi için, aracın trafik düzenine aykırı olarak ve ayrıca kişilerin hayatı, sağlığı veya mal varlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde kullanılması gerekir. Buna göre, failin salt bir trafik kuralını ihlal etmesi suçun oluşumu için yeterli değildir. Örneğin kişinin hız sınırlarını ihlal etmesi, kırmızı ışıkta geçmesi, sollama yasağını ihlal etmesi tek başına bu suçun oluşumuna yeterli değildir.”

Kural olarak, araçların hareket edebildiği tüm alanları suç mahalli kapsamında kabul etmek gerekir. Ancak kanun başlığında trafik güvenliğinden bahsedildiğinden sadece araçların trafik akışında kullanımının üçüncü kişiler açısından oluşturduğu tehlikenin kastedildiğini söylemek yerinde olacaktır; aksi takdirde trafik akışının olmadığı bir çiftlik içinde motosikletle hız yapılması halinde de kasten tehlikeli araç sürüldüğünden bahisle ceza verilebilecektir. Oysa esasen burada cezalandırılan sırf tehlikeli araç sürmek fiili değil, bu suretle trafik güvenliğini ve bununla bağlantılı olarak üçüncü kişileri tehlikeye sokmaktır.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçu ile Taksirle Yaralama ve Öldürme Suçlarının İçtiması Sorunu

Suçların içtiması konusunda bu suçlarla ilgili özel bir hüküm öngörülmediğinden, bu sorun genel hükümlere göre, TCK’nın 42 ve 44. maddeleri çerçevesinde çözümlenecektir. Bu suçun oluşabilmesi için, olayda kişilerin hayatı, sağlığı veya mal varlığı açısından somut bir zarar tehlikesinin doğması yeterli olup, ayrıca ölüm, yaralanma veya malın zarara uğraması gibi sonuçların gerçekleşmesi aranmamıştır. Aynı fiille birden fazla suçun işlenmesi halinde, fikri içtima kuralları uyarınca en ağır cezayı gerektiren hüküm uygulanacaktır.

Suç genel tehlikeye neden olma suçu niteliğindedir; eylemin genel bir tehlikeye yol açması yeterlidir. Bu bakımdan, eylem nedeniyle olayda bir veya birden fazla kişinin tehlikeye düşmesi arasında fark yoktur. Olayda birden fazla kişinin tehlikeye düşmesi halinde de aynı yer ve zamanda işlenen eylem dolaysıyla tek suç işlenmiş olur.

Sürücünün aracını kasten tehlike yaratacak bir şekilde sevk ve idaresi sırasında bir başka suç işlemiş olması durumunda kaç suç oluşacağı önem taşır. Örneğin, sürücünün trafiğin yoğun olduğu bir yolda araçlar arasında zikzaklar yaparak süratli bir şekilde seyrederken diğer bir araca çarparak araçtakilerin ölümüne sebep olması gibi… Burada ikinci suç taksirle işlenmiştir. Ancak failin ikinci suçu kasten işlemiş olması da mümkündür.

İkinci suçun taksirle işlenmiş olması durumunda sorunun çözümü bakımından değişik görüşler ortaya atılmıştır:

Birinci görüşe göre, trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu kasıtlı bir suç olup, bu suçun taksirle neticelenmesinden söz edilemez. Başka deyişle fiil taksirli ise TCK’nın 179. maddesi, kasıtlı ise TCK’nın 85 ve 89. maddelerindeki suç oluşamaz.

İkinci görüşe göre, kasıtlı bir şekilde trafik kuralını ihlal ederek bir kişiyi yaralayan failin eylemi her iki suçu da oluşturduğundan, ortada tek fiilin bulunduğu kabul edilemez.  Eylemin ölümlü veya yaralamalı kaza ile neticelenmesi halinde geçitli suç kuralları gereği failin yalnızca yaralama veya ölüme neden olma dolayısıyla cezalandırılacağı görüşü de savunulmaktadır.

Üçüncü görüşe göre, kanun koyucu bazı normları diğer normların uygulanma imkânı bulunmadığında uygulanması amacıyla ihdas etmektedir. Böylece temel normun uygulanamadığı yerde yardımcı normlar uygulanabilmektedir. Doktrinde belirtildiği üzere zarar suçları, tehlike suçlarına nazaran asli norm niteliğinde olduğundan, görünüşte içtima kurallarından olan tali/yardımcı normun sonralığı (veya asli normun önceliği) ilkesi uyarınca yalnızca asli norm olan madde ile (örneğin TCK’nın 85-89. maddeleri ) ceza verilmelidir.

Dördüncü görüşe göre ise, zarar ve tehlike suçları arasında her zaman ve her koşulda bir asli/tali norm ilişkisi bulunmaz. Sonraki suçun taksirli olması durumunda artık “sonradan gerçekleşen” kasttan söz edilemeyeceğinden önceki suça ilişkin norm ile sonraki suça ilişkin norm arasında bir asli/tali norm ilişkisi de kurulamaz. TCK’nın 179. maddesinde bağımsız olarak cezalandırılan hazırlık hareketleri de düzenlenmemektedir. Nihayet geçitli suçtan söz etmek için normların korudukları hukuki değerlerin aynı nitelik ve türden olması, normlar arasında zorunluluk ilişkisi bulunması, önceki ve sonraki fiillerin mağdurlarının aynı olması, failin kastının başlangıçtan itibaren ağırlaşan neticeleri gerçekleştirmeye yönelik olması gerekir. TCK’nın 179. maddesi ile TCK’nın 85. maddesi arasındaki ilişki bu koşulları içermemektedir. O halde geçitli suçtan ve bu anlamda asli/tali norm niteliği taşıyan bir halden de söz edilemez. Trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokmak suçu ile yaralama ya da öldürme eylemleri birlikte gerçekleştiğinde somut olaya göre bir değerlendirme yapılarak sonuca ulaşılmalıdır. Şayet her iki eylem arasında zaman bakımından bir fasıla yok ise, yani fiil TCK’nın 44. maddesi anlamında “bir fiil” olarak kabul edilebiliyor ise bu halde fikri içtima kuralı uygulanmalıdır. Zira tehlike yaratan fiil ile ölüm/yaralama neticesini yaratan fiil tektir. Tek bir fiil ile kanunun faklı hükümleri ihlal edildiğinden en ağır cezayı öngören hükme göre ceza verilmelidir. Örneğin hız sınırını aşarak taksirle bir kişinin ölümüne ya da yaralanmasına sebebiyet verilmesi hali gibi… Buna karşılık fail bir süre yüksek hızda ve kalabalık bir yolda zikzaklar çizerek araç kullandıktan sonra bir başka araca çarpıp yaralama ya da ölüme neden olmuş ise bu halde iki ayrı suçun bulunduğu kabul edilmelidir. Hatta bu son halde failin ikinci neticeyi olası kast ile meydana getirdiği de söylenebilir.

Kanaatimizce zarar ve tehlike suçları arasında asli/tali norm ilişkisi bulunmakta olup, asli norm zarar suçudur. Zarar suçunun oluştuğu halde tali norm olan tehlike suçundan hüküm kurulamaz. Hem kasten trafik güvenliğini tehlikeye sokma hem de taksirle yaralama veya öldürme suçlarının tek fiille işlenmesi halinde, iki eylem arasında zaman bakımından ara bulunmayıp eylem bölünemiyorsa, tek  fiil  ile iki suç oluştuğundan bu halde farklı neviden  fikri içtima kuralı uygulanmalıdır. Çünkü tehlike yaratan fiil ile ölüm veya yaralanma neticesini meydana getiren fiil tektir. Tek bir fiil ile kanunun faklı hükümleri ihlal edildiğinden en ağır cezayı düzenleyen hükme göre ceza verilmelidir.

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun zararla sonuçlanması durumunda iki suçun oluşacağına veya kasıtlı davranışın taksirle neticelenmeyeceğine ilişkin düşünceler kimi olaylar bakımından söz konusu olabilir. Örneğin aşırı hızlı şekilde tehlikeli araç kullanılma fiili oluştuğunun A… Caddesindeki trafik görevlilerince tutanağa bağlandığı ve aracın durmaksızın yoluna devam ettiği ve şehirde birkaç tur atan failin bir yayaya çarpıp yaraladığı olayda, iki ayrı suçun oluşacağı kabul edilmelidir. Yine, failin yola dikkat etmeyip gelen aracı göremeyerek anayola çıkıp bir araca çarparak sürücünün yaralanmasına neden olması ve böylece ana yoldaki araçlar bakımından tehlikeye neden olmasına karşın hareketi taksirli olduğundan bu olayda yalnızca taksirle yaralama suçu oluşacak, TCK’nın 179. maddesindeki kasıtlı suç oluşmayacaktır. Buna karşın, failin trafik kuralını kasten ihlal etmesi nedeniyle başlayan hareketin devamının zararla sonuçlanması durumunda, artık bu sonucun başka bir fiilin sonucu olduğunu ileri sürmek güçtür. Ayrıca iki fiilin başlayıp ayrıldığı noktaları saptamak da mümkün değildir. Bu bakımdan, örneğin caddede hızla yarış yaptığı sırada veya kırmızı ışıkta durmayıp ilerleyerek bir kişiye çarpıp ölümüne neden olan kişinin eyleminde kasten tehlikeye neden olma ile olayın özelliğine göre kasıtlı veya taksirli ölüme neden olma suçlarının meydana geldiğinin kabul edilmesi zorunludur. Başka deyişle, böyle bir örnekte ortaya çıkan neticenin, kasten tehlikeye neden olma fiilinin neticesi olmadığı ileri sürülemeyecektir.

Trafik güvenliğinin kasten tehlikeye sokulması neticesinde kişilerin hayatı, sağlığı veya mal varlığı açısından bir zarar meydana gelmiş ise, failin kusurluluğuna göre farklı suçlar da oluşabilecektir. Örneğin failin kasten kırmızı ışıkta geçerek tehlikeli araç kullanması sonucu refüje çarpıp aracında bulunan mağduru yaralaması veya öldürmesi şeklinde gelişen olayda, sanığın trafik güvenliğini tehlikeye sokma eylemi ve taksirle yaralama/taksirle ölüm meydana gelmiş ise, bu durumda failin TCK’nın 179/2. maddesindeki suçlardan dolayı farklı neviden fikri içtima (TCK’nın 44. maddesi) hükümlerine göre cezalandırılması gerekir. Ancak trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokan kişi, bu davranışı sonucunda bir trafik kazasına neden olabileceğini ve hatta bu kazada birilerinin yaralanabileceğini veya ölebileceğini öngörmesine rağmen kırmızı ışıkta geçerek meydan verdiği yaralama veya ölüm neticesi açısından failde en azından olası kastın varlığının kabulü gerekir. Bu durumda ise trafik güvenliğini tehlikeye sokma ve olası kastla yaralama/öldürme suçu birlikte oluşacağından, meydana gelen ölüm veya yaralama suçları açısından failin neticeye göre TCK’nın 81, 21/2 ve 86, 21/2 veya 87,21/2 maddeleri nedeniyle, TCK’nın 44. maddesi gereğince en ağır cezayı gerektiren suçtan dolayı cezalandırması gerekir. Ayrıca belirtmemiz gerekir ki trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu ile doğrudan kastla veya olası kastla yaralama/öldürme suçu birlikte gerçekleştiğinde, zarar suçları mağdur veya maktul sayısınca oluşur.

Yargıtay, tehlike ve zarar suçu bağlamında konuyu değerlendirmekte; zarar meydana gelmiş olması halinde bu durumu tehlike suçundan daha ağır kabul ederek taksirle yaralama veya öldürme suçlarına ilişkin düzenlemelere göre hüküm kurmaktadır. Nitekim Yargıtay’ın aynı doğrultudaki bir kararında şöyle denilmektedir: “Failin yönetimindeki otomobille seyri sırasında belirtilen şekilde kazaya karışarak trafik güvenliğini tehlikeye sokma ve taksirle yaralama suçlarını işlediğinin kabulünde bir isabetsizlik bulunmadığı, ancak bir fiil ile birden fazla farklı suçun oluşmasına neden olan sanığa atılı suçun zarar suçu niteliğinde olduğu da değerlendirilerek taksirle yaralama suçundan cezalandırılmasıyla yetinilmesi gerektiği gözetilmeden, sanığın ayrıca trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan da mahkûmiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır.”

Uygulamada Cumhuriyet savcıları tarafından farklı neviden fikri içtima kuralları gereğince soruşturma aşamasında cezası ağır olan suçtan kamu davası açılarak trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan kamu davası açılmamaktadır. Hatta soruşturma aşamasında eylem sadece taksirle yaralama olarak nitelendirilip, mağdurun şikâyetçi olmadığı hallerde TCK’nın 89. maddesi gereğince kovuşturmaya yer olmadığına karar verilerek trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu soruşturma veya yargılama konusu yapılmamaktadır.

Yargılama aşamasında ise taksirle yaralama suçunu düzenleyen 5237 sayılı TCK’nın 89. maddesi kapsamında bulunan zarar suçundan şikâyetten vazgeçilmiş olması nedeniyle CMK’nın 223. maddesi gereğince şikâyetten vazgeçme nedeniyle davanın düşmesine karar verilmekte olup trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu cezasız bırakılmaktadır.

Kanaatimizce Cumhuriyet savcıları tarafından trafik güvenliğini tehlikeye sokma ve taksirle yaralama suçlarının birlikte işlediğinin kabulü halinde, farklı neviden fikri içtima kuralları gereğince soruşturma aşamasında hem tehlike suçu olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan hem de zarar suçu olan taksirle yaralama suçundan kamu davası açılması gerekmektedir. Yargılama aşamasında ise mahkemece farklı neviden fikri içtima kuralları gereğince sanığın müeyyidesi ağır olan suçtan cezalandırılması gerekmektedir. Böylece işlenen suçlar cezasız kalmayacaktır.

KAYNAKÇA

(1) Çakmut, Y, Ö, 5237 sayılı Türk Ceza Yasası’nda Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçları, Alman-Türk Karşılaştırmalı Ceza Hukuku, Cilt III, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2010.

(2) Hafızoğulları, Z, Aygün, E, E, Ulaşım Araçlarına ve S3Cabit Platformlara Karşı Suçlar, Ankara Barosu Dergisi, 2011/1.

(3) İçel, Kayıhan/Evik, A. Hakan, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınları, İstanbul 2007.

(4) İsfen, S, K, Alman ve Türk Ceza Hukukunda Trafik Güvenliğini Kasten Tehlikeye Sokma Suçları, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2013.

(5) Kaymaz, Seydi/Gökcan, Hasan Tahsin, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda Taksirle Adam Öldürme ve Yaralama Suçları, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2006.

(6) Önder, Ayhan, Ceza Hukuku Dersleri, Filiz Kitabevi, İstanbul 1992.

(7) Özgenç, İ, Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2005.

(8) Özbek, V, Ö/Kanbur, M,N / Doğan, K/Bacaksız, P/Tepe,İ, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2014.

(9) Parlar, A/Hatipoğlu, M, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu Yorumu, Ankara 2007.

(10) Şen, E, Yeni Türk Ceza Kanununun Yorumu, C 1, 2006.

(11) Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 27.11.2012, 2012/3682 E, 2012/25422 K.

(12) Yaşar, O/Gökcan, H, T/Artuç, M, Yorumlu-Uygulamalı Türk Ceza Kanunu, C 4, Adalet Yayınevi, Ankara 2014.

OLASI KAST ve BİLİNÇLİ TAKSİR

Kast, genel olarak, yasalarca yasaklanmış bir eylemin bilerek ve isteyerek gerçekleştirilmesini ifade eden akli bir durumdur. Bu zihinsel fonksiyonları ne biz görebiliriz ne de bu fonksiyonların çalışma biçimlerini dünyanın en hassas aletleriyle ölçebiliriz. Kastta, kişi, kanunların yasakladığı bir eylemi gerçekleştirmek üzere seçimini yapar, bu doğrultuda karar verir ve bilinçli olarak bu sonuca ulaşmak için elindeki araçları kullanır.

Kast, hukuka aykırı fiilin gerçekleştirilmesine yönelik bilinçli irade demektir. Bilinç, gerçekleştirilen fiilin ceza hukuku bakımından tipikliğinin bütün unsurlarını kapsar. Kural olarak ancak kasten işlenen fiiller ceza müeyyidesi altına alınabilir. Meğerki kanunda aksine bir düzenleme mevcut olsun; yani yeter ki taksirle işlenen bir fiil ceza yaptırımı altına alınmasın. Kanaatimizce kast, tipikliğe ilişkin objektif nitelikteki unsurların fiili işleyen kişi tarafından bilinmesi ve istenmesi olup, buna göre kastın unsurları da bilme ve isteme olmaktadır.

Kastın ne olduğuna dair “tasavvur” veya “irade” teorilerinden sadece birini benimsemek, kast kavramını çok daraltmak veya genişletmek sonucunu doğuracağı için sorunları da çözmeye yetmeyecektir. Bu sebeple her iki teoriyi bağdaştıran karma teorinin, “bilinç ve irade” teorisinin kabul edilmesi gerekmektedir. Bu teoriye göre kast, yasanın suç saydığı bir eylemi ve onu meydana getirecek hareketin sonuçlarını bilerek ve öngörerek, isteyerek o eylemi yapma iradesidir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda kastın tanımı yapılarak unsurlarının nelerden ibaret olduğu belirlenmekle, kastın ne olduğu konusundaki teoriler ile bunlar arasındaki tartışmalar da önemini kaybetmiştir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 21/1. maddesinde kast, “Suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve isteyerek gerçekleştirilmesidir” biçiminde tanımlanmış olup, kavramın bilinç (öngörme ve düşünme) ve irade (isteme) kavramlarıyla ilişkilendirilmesi sebebiyle, bilinç ve irade teorisinin benimsendiği kanaatindeyiz. Görüldüğü üzere, kastın varlığı için basit değil bilinçli bir öngörme ve bunu gerçekleştirmeye yönelik irade gereklidir.

Kast, suçun icra hareketlerinin gerçekleştirildiği sırada mevcut olmalıdır. Bu nedenle hazırlık hareketleri aşamasındaki kast, failin cezalandırılması için yeterli değildir. Hazırlık hareketleri aşamasındaki kast, icra hareketlerine başlanmadığı sürece tek başına failin cezalandırılmasına yol açamaz. Buna karşılık, kastın tüm icra hareketleri süresince bulunması gerekli olmayıp, failin neticeye ulaşmaya yönelik hareketi gerçekleştirdiği sırada bulunması yeterlidir.

***

Kastın varlığı için suçun kanuni tanımındaki unsurların sadece bilinmesi yeterli olmayıp, hareketten doğan neticenin de özgür bir iradeyle istenmesi gerekir. Esas maksat dışında, ikincil (tali) derecedeki neticelerin birbiri ardına gerçekleşmesi ya da biri yerine diğerinin gerçekleşmesi yönünden fail tarafından ayırım yapılmamışsa, irade neticenin tamamını içerdiğinden, fail bu ikinci derecedeki neticelerden doğrudan doğruya sorumlu olacak, eylemini doğrudan kast ile gerçekleştirdiği kabul edilecektir. Failin hareketine bağlı olarak esas netice dışında suç oluşturan ikincil (tali) nitelikteki neticelerin meydana gelmesi ihtimal dâhilinde ve fail bunu öngörmesine rağmen neticeye ulaşmak için tali neticenin gerçekleşme olasılığını umursamadan veya göze olarak ya da kabullenerek eylemi gerçekleştiriyor ise, “olası kast” ile hareket ettiği kabul edilecektir. Ancak fail ihtimal dâhilinde olan neticeleri öngördüğü halde gerçekleşmeyeceği konusunda kesin bir inançla hareket etmiş, istenmeyen neticenin gerçekleşmemesi için çaba göstermiş ise, kasten hareket ettiği kabul edilemez. Bu durumda “bilinçli taksir” söz konusu olacaktır.

***

Karşılaştırmalı hukukta ceza kanunlarının doğrudan kast, olası kast, basit taksir ve bilinçli taksiri tanımlama konusunda ikiye ayrıldığı, bazı kanunlarda kavramların tanımlanmayıp bunun öğreti ve uygulamaya bırakıldığı görülmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun -765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun aksine- kavramları tanımlamış olmasını, hukukun belirgin olması gerekliliği nedeniyle yerinde bir tercih olarak düşünmekteyiz. Çünkü doğrudan kast, olası kast, basit taksir ve bilinçli taksir tanımına yer verilmemesi, öğreti ve uygulamada bu kavramların unsurlarının neler olduğu konusunda uygulamacılar ve akademisyenler arasında tartışmalara yol açmış, terimlere yanlış anlamlar yüklenmek suretiyle yargısal sürecin uzamasına ve eşitliğe aykırı kararlar verilmesine neden olmuştur. Ancak yasanın da tanım yaparken kavramları sert kalıplar içine sıkıştırmayıp hukuk biliminin ve mahkeme içtihatlarının gelişimine olanaklı bir alan bırakması gerektiği de şüphesizdir.

Kast, somut olayın özelliklerine ve olaya bağlı ayrıntıların niteliğine göre tespit edilmelidir. Kasta yüklediğimiz anlamın temelindeki beklenti, failin bir zararı veya tehlikeyi gerçekleştirmek için hazırlıklara başlaması ve eylemi tam olarak planladığı şekilde gerçekleştirmek üzere çaba göstermesi durumudur. Failin kastının tespiti için ulaşmak istediği sonucu elde etmek amacıyla gösterdiği çabanın araştırılması gerekir. Fail ile mağdurun ilişkisi, eylemde kullanılan aracın niteliği, darbe sayısı, darbenin yöneldiği bölge, failin olay öncesi, olay sırası ve olay sonrası davranışları, olayın yeri ve zamanı, faili suç işlemeye sevk eden sebepler vs. incelenecektir. Ortaya çıkarılan bulgular ışığında, olayın oluş şekli ile eylemin gerçekleştirilme saikine ilişkin ileri sürülen her türlü muhtemel sebep ve mazeretler hayatın olağan akışı içerisinde değerlendirilerek failin zihnindeki resim ortaya çıkarılacaktır. Çünkü kasıtlı suçlarda, failin zihninde, istediği sonucun nasıl gerçekleşeceği konusunda adeta zihinsel bir resim mevcuttur. Ceza hukukunda sanığın suç işleme kararı alırken zihninde geçirdiği aşamaları kavramak ve sanığın gerçekleştirdiği eylemle neyi amaçladığını tespit etmek ispat hukukuna ilişkin bir sorundur, muhakeme hukuku ile ilgilidir. İnsanların ruh hallerini aynen bilemeyeceğimizden ötürü onları tanımak için elle tutulur verilere dayanmamız gerekmektedir. Gerçekte kast, somut olaylarda harici delillerle yani tanık anlatımları, bilirkişi raporları, şikâyetçinin ifadeleri, kamera kayıtları, olay yeri krokileri ve inceleme raporları, bilimsel ve teknik bulgularla tespit edilebileceği gibi harici delillerden tamamen bağımsız olan bir kanıtla, örneğin itiraf yoluyla da tespit edilebilir.

Ceza hukuku sistemimizde maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için delil serbestisi ve delillerin serbestçe takdiri esas alındığından, kural olarak hâkimin somut olayın özelliklerine ve eldeki delillere göre kastı tespit etmesi gerekmektedir. Hâkimin kastın hangi suça yönelik olduğu veya suç kastının olup olmadığı hususunda kesin bir yargıya ulaşamaması halinde “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesi devreye girer. Örneğin failin eyleminin adam öldürmeye yönelik olduğu saptanamıyorsa, yaralama kastıyla hareket ettiği kabul edilmelidir. Ancak uygulamada delil toplama tekniklerinin ve görevli organların yetersizliği nedeniyle olması gerektiği gibi delil toplanamamaktadır. Kastın belirlenmesinde faili yargılayan hâkimin bakış açısına göre “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesi uygulandığı gibi, “Şüpheden iddia güçlenir” şeklinde cereyan eden, hukuksal temeli olmayan bir fiili uygulama da söz konusudur. Oysa hâkimin sanığın kastını adilane tespit edebilmesi için maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına yönelik her türlü delil ve verinin hukuka uygun yöntemlerle toplanarak mahkemeye sunulması gerekmektedir. Çünkü mahkemeyi yetersiz soruşturma ve delillerle baş başa bırakarak sanığın kastının tespiti, ceza hukukuna itibar sağlamayacağı gibi toplumun ceza adaletine olan güvenini de ortadan kaldıracaktır. Yargıtay’ın sanığın kastını belirlerken belirli suç tiplerine yönelik belli ölçütlere göre hareket ettiği, ancak bazı ölçütlerin değişen olayın özelliklerine göre kasta farklı anlamlar yüklediği görülmüştür.

Suç kastına ilişkin tespitin sağlıklı ve etkin bir şekilde yapılıp ceza adaleti sağlanarak toplum düzenini korumak ve insanların güvenli bir hukuk devletinde yaşamalarını temin etmek şarttır. Bu amaca ulaşmak için öncelikle bir suç ve ceza politikası oluşturularak Cumhuriyet savcıları ile ceza hâkimlerinin nitelik ve niceliklerinin arttırılması, hâkim ve savcı bağımsızlığı ile teminatlarının sağlanarak kurumsallaştırılması gerekir. Ayrıca gerçek bir adli kolluk teşkilatı oluşturulmalı, bu teşkilat içerisinde hukuk, maliye, bilişim ve iletişim uzmanları istihdam edilmeli, adli tıp uzmanlarının da Cumhuriyet savcısının koordinesinde iş birliği içinde hareket edecekleri siyasi baskılardan uzak, hızlı ve etkin araştırma ve soruşturma sistemi oluşturulmalıdır. Delil toplama teknikleri geliştirilmeli, parmak izi ve DNA bankaları kurulmalı, kamuya açık alanlardaki kamera görüntüleri hukuka uygun şekilde araştırılıp tespit edilerek failin suç kastının olup olmadığı veya suç kastının hangi suça yönelik olduğu, soruşturma aşamasından başlayarak titiz bir çalışma ile her somut olayın özelliğine göre değerlendirilmelidir.

Failin kastı, akla uygun ve gerçekçi olarak, hayatın olağan akışı içinde, olayın bütününü veya bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların bir bütün olarak değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır. Kanıtların önce teker teker ve daha sonra da eylemin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Eylemin kendine özgü oluş biçimine göre değerlendirilmesi gereken bir durumu “kural düzeyinde” düşünmek, mantığa ve hukuka aykırıdır.

***

Failin ikincil derecede ihtimal dâhilinde olan neticeleri öngörüp eylemini gerçekleştirmesi halinde, kastın varlığı açıktır. Burada önemli olan husus, ikincil derecedeki sonuçlardan hangilerinin “zorunlu”, hangilerinin “ihtimal dâhilinde” olduğunun ayırımı ile failin ikincil nitelikteki tali sonucu isteyip istemediğinin tespitidir. Failin eylemini gerçekleştirirken meydana gelmesi zorunlu olan ikincil nitelikteki neticelerden dolayı başkalarının zarar görmesi halinde, failin sorumluluğu “ikinci derecede doğrudan kast” nedeniyle sorumluluktur. Zorunluluk gösteren ikincil nitelikteki neticelerin tespiti, hayatın olağan akışındaki tecrübelere göre yapılacaktır. Zira hayatın olağan akışına göre fail, fiilinin ikincil nitelikteki zorunlu sonuçlarını öngörmüş olup, bu durumda iradesinin olmadığı ileri sürülemez.

İkinci derecede doğrudan kastın varlığında, zorunluluk ilişkisi bulunan ikincil (tali) derecedeki sonuçlar fiilen gerçekleşmemiş olsa bile, faili doğmayan neticeye teşebbüsten sorumlu tutmak mümkündür. Çünkü failin, eylemini gerçekleştirirken meydana gelmesi zorunlu olan ikincil neticelerden dolayı başkalarının da zarara uğramasını öngörmesine rağmen vazgeçmeyerek eylemi gerçekleştirmesi halinde, ikincil neticeyi istemediği söylenemez. Aksi durumda failin ortaya çıkan tehlikelilik haline rağmen ikinci derecede doğrudan kast yerine olası kastla hareket ettiği kabul edilerek “Belirli olmayan kast, netice ile belirlenir” kuralının uygulanma ihtimali ortaya çıkacak ve fail cezasız bırakılarak adalet duygusuyla örtüşmeyen bir sonuç doğacaktır.

Olası kastta fail, gerçekleştirmeyi istediği esas amaç için hareket ederken esas neticenin dışında, gerçekleşmesi zorunlu olmayan tali (ikincil) sonuçların gerçekleşmesinin mümkün olduğunu görmekte, ancak bunun gerçekleşmesini umursamamakta, “Olursa olsun” demektedir.

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda “olası kast” kavramının düzenlenmesini yerinde bulmakla beraber tanımının hatalı ve karışıklıklara yol açacak niteliğe sahip olduğunu düşünmekteyiz. Olası kastın mevcut yasada tanımının hatalı olması ve tanımı kadar madde gerekçesinde yer alan örneklerin de hatalı olması nedeniyle maddenin ve madde gerekçesindeki örneklerin değiştirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 21/2. maddesinde yer alan “olası kast” tanımının şu şekilde düzenlenmesini öneriyoruz: “Failin suçun kanuni tanımındaki esas maksat dışında ihtimal dâhilindeki neticelerin gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, bu neticelerin gerçekleşmesine kayıtsız kalarak eylemi gerçekleştirmesi ve neticeyi kabullenmiş olması halinde olası kast vardır.” Önerilen tanımın olası kastın isteme unsurunu içermesi nedeniyle, olası kast/bilinçli taksir ayrımı daha sağlıklı bir biçimde yapılabilecektir.

Fail, hedef neticeyi gerçekleştirecek fiili icra ettiği anda ikincil nitelikte başka bir neticenin kesinlikle gerçekleşeceğini bilmekte ise, ikinci derece doğrudan kastı bulunmaktadır. Bu kast türü teşebbüse elverişlidir. Oysa failin hareketini icra ettiği anda ikincil neticenin gerçekleşmesi zorunlu değil de ihtimal dâhilinde ise, olası kastın varlığı kabul edilecektir. Olası kastın söz konusu olduğu hallerde gerçekleşmeyen ikincil nitelikteki neticeye teşebbüsten fail sorumlu tutulmamalıdır. Çünkü fail eylemi gerçekleştirmeye başladığı sırada gerçekleşmesi ihtimal dâhilinde olan ikincil nitelikteki neticelerin eylemin hayatın normal akışına göre gerçekleşmesinde bir zorunluluk bulunmadığından ve neticenin gerçekleşmesi fail tarafından olayın seyrine bırakılmış olduğundan eylemin cezalandırılması mantık dışıdır.

Haksızlık taşıyan bir eylemden bahsedebilmek için öncelikle hukuka aykırılığın bulunması gerekir. Haksızlık (suç) hukuka aykırılığın bulunduğu durumlarda söz konusu olabileceğine göre, kasten gerçekleşen eylemin yarattığı haksızlıktan bahsedebilmek için ortada hukuka aykırılığın objektif ve sübjektif isnadına imkân sunan bir durumun varlığı ön şart olarak gereklidir. “Hukuka aykırılık bilinci”, kusurluluk türlerinden farklı olarak, doğal hukuk düzenine ait çatışmaların farkında olmayı içermektedir. Bu sebeple hukuka aykırılık bilinci, neticenin öngörülmesi ve istenmesi kavramlarından bağımsızdır ve bu sebeple kast kavramı dâhilinde değerlendirilemez. Hukuka aykırılık, hukuk düzeni ile fail ve fiil arasındaki ilişkinin ifadesidir ve objektif nitelik arz eder.

***

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 22. maddesinin gerekçesinde, dikkat ve özen yükümlülüğünün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önünde bulundurulmaksızın objektif esastan hareket edileceği belirtilmiş olup, aynı gerekçede “Taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak var olan dikkat ve özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek olmalıdır” denilmek suretiyle hem objektif hem de sübjektif kriterleri içeren karma bir nitelik benimsenmiştir.

Failin dikkat ve özen göstermiş olup olmadığının tespiti için, failin şahsi nitelikleri göz önünde tutularak somut olayda objektif olarak belirlenen dikkat özen yükümlülüğüne aykırı hareket edip etmediğinin incelenmesi gerekir. Failden beklenen dikkat ve özen, objektif ve failden bağımsız olarak değil, failin kişisel ve ekonomik durumu, tecrübesi, yaşı, zekâ düzeyi, beden kusurları, eğitim düzeyi, mesleği ve cinsiyeti göz önünde tutularak araştırılmalıdır. Ancak taksirin bazı türlerinde dikkat ve özen yükümlülüğü yazılı hukuk kurallarında, örneğin medeni hukuk kuralları uyarınca anne babanın yükümlülüğü, trafik kuralları uyarınca yaya ve sürücülerin yükümlülükleri, işverenlerin ve işçilerin uymaları gereken yazılı iş güvenliği ile ilgili düzenlemelerde belirlenir. Fail bu düzenlemelerde belirlenmiş kuralı ihlal etmediği takdirde suça konu zararlı neticenin meydana gelmeyecek olduğu durumlarda, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davrandığı kabul edilerek, failin kusurlu olduğu sonucuna varılacaktır. Örneğin, meskûn mahalde belirlenmiş hız sınırını aşarak araç kullanarak bir kişinin ölmesine veya yaralanmasına neden olan failin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davrandığı sabittir ve kusurundan dolayı cezalandırılması gerekecektir.

Taksirin hukuki temelini dikkat ve özen yükümlülüğü oluşturduğundan, bu yükümlülüğe uygun davranılmış olmasına rağmen öngörülmesi imkânsız bir sonucun gerçekleşmesi halinde taksirden bahsedilemez. Taksirli suçlarda ceza sorumluluğunun söz konusu olabilmesi için neticenin de öngörülebilir olması aranmazsa sorumluluğun kapsamı sınırsız hale gelecektir. Taksirli suçlarda failin kusurlu sayılarak cezalandırılabilmesi, somut olayın durumuna ve koşullara göre, yetenekleri, algılama gücü, bilgi düzeyi, sosyal ve kültürel durumu, yaşı, akli ve bedeni durumuna göre objektif olarak belirlenen dikkat ve özen yükümlülüğünü öngörebilecek durumda olmasına bağlıdır. Objektif dikkat ve özen yükümlülüğünün fail tarafından idrak edilebilir olması, aynı zamanda bu yükümlülüğe aykırılık dolayısıyla meydana gelen neticenin öngörülebilir olması anlamına gelmektedir. Dikkat ve özen yükümlülüğün kaynağı ise yasal düzenlemeler ve ortak tecrübelerdir.

“Basit taksir” taksirin en çok karşılaşılan şekli olup objektif dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı olarak fail tarafından öngörülebilir nitelikteki neticenin öngörülmemesidir. Fail dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun davransaydı neticeyi öngörebilecek ve netice meydana gelmeyecektir. Modern ceza hukuku döneminde, endüstrinin ilerlemesi ve dolayısıyla toplumsal yaşamdaki tehlikeli faaliyetlerin artmasına paralel olarak taksirli suçlar da artmıştır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda “bilinçli taksir” kavramının düzenlenmesini yerinde bulmakla beraber, bilinçli taksirin tanımının eksik ve hatalı yapıldığı kanaatindeyiz. Özellikle bilinçli taksirin olası kasttan ayrılması için gerekli kriterlerin tanımlanmaması, kusurluluk açısından önemli olan bu iki kavramın uygulamada birbirine karıştırılmasına sebebiyet verecektir. Çünkü bilinçli taksir ile olası kast ayırımının ortaya konulması açısından öncelikle bilinçli taksir kavramının bilimsel esaslara uygun alanı belirtilmelidir. Karşılaştırmalı hukukta da (özellikle yeni tarihli ceza kanunlarında) bilinçli taksir kavramı öğretiye ve uygulamaya bırakılmamış olup yasalarda tanımlanmıştır.

Günümüzde Sanayi Devrimi’ne bağlı olarak makineler insan hayatına girmiş, motorlu araçlar insanın adeta ayrılmaz parçası olmuştur. Motorlu kara taşıt araçlarının gerek nicelik gerekse nitelik bakımından büyük bir gelişme göstermesi neticesinde çoğalan trafik kazaları, bina çökmesi vb. olaylara bağlı olarak meydana gelen ölüm ve yaralanma olaylarında failler hakkında hükmedilen müeyyidelerinin caydırıcı olmaması kamu vicdanını rahatsız etmektedir. Bu nedenle hem ceza adaletini sağlamak hem de cezanın bireysel ve genel caydırıcılık fonksiyonlarının sağlanması açısından failin tehlikelilik haliyle ve verilen zararla orantılı olarak “bilinçli taksir” kavramının düzenlenmesi, -tanım hatalı da olsa- yerindedir. Fail, neticeyi öngörmesine rağmen şu veya bu sebeple bu neticenin önleneceğine güvenerek, gerçekleşmeyeceği düşüncesiyle hareketini sürdürüyor ise, yani neticenin kesin olarak gerçekleşebileceğini bilse hareketine son verecek idiyse, bilinçli taksirin varlığından söz edilecektir. Fail için belirleyici olan neticenin açıkça istenmemesi olup, neticenin gerçekleşebileceği öngörüldüğünden basit taksirden farklı olarak daha ağır müeyyideler gerektirmektedir. Uygulamada daha çok alkollü araç kullanma hallerinde şartları da mevcut ise bilinçli taksir uygulanmaktadır. Oysa bilinçli taksiri sadece alkollü araç kullanma olaylarına özgülemek doğru bir yaklaşım değildir.

Bilinçli taksirin bulunup bulunmadığının tespiti her somut olayda tüm deliller irdelenerek belirlenmelidir. Çünkü herhangi bir olay için kural düzeyinde bir kusurluluk şekli ortaya koyma imkânı bulunmamaktadır. Failin olay öncesi, olay sırası ve olay sonrası davranışları, tecrübesi, alkollü olup olmadığı, alkolün derecesi, aracının hızı, fren izleri, tanık anlatımları, bilirkişi raporu, çarpışma noktaları, aracın fenni muayenesinin yapılıp yapılmadığı, olayın oluş ve işleyiş şekli incelenerek, neticeyi öngörüp öngörmediği ve sonucun gerçekleşmesini önleyebilmek için gayret sarf edip etmediği araştırılarak bilinçli taksirin mevcut olup olmadığı tespit edilecektir.

Bilinçli taksirde fail, öngördüğü halde neticenin gerçekleşmeyeceğine inanmakta, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı olarak olayın şartlarına, tecrübesine, becerisine güvenmekte ve hatta bazen gerçekleşmemesi için çalışmakta ancak neticenin meydana gelmesini önleyememektedir. Failin yolun durumuna göre başka araçlara veya aniden çıkabilecek yayalara çarpabileceğini öngördüğü halde şehir içinde aşırı hızla hareket ederek bir yayaya çarpması eyleminde bilinçli taksirin varlığı kabul edilmelidir. Buna karşılık tenha bir yolda hız kuralını ihlal eden ve bu suretle herhangi bir tehlikeli durumda kaza yapabileceğini öngörmesi gerektiği halde öngöremeden yayaya çarpan fail, basit taksirden sorumlu tutulacaktır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 22/3. maddesinde yer alan “bilinçli taksir” tanımının da şu şekilde düzenlenmesi gerektiğini önermekteyiz: “Failin hareketinden tipe uygun, hukuka aykırı bir neticenin gerçekleşmesi ihtimal dâhilinde bulunmakla beraber, failin neticeyi öngörmesine rağmen, bu neticeleri önleyebileceğine yükümlülüklere aykırı biçimde güvenerek, neticenin oluşmaması için çaba sarf etmesine karşın, istenmeyen neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır.” Önerilen tanım, bilinçli taksirin, istenmeyen neticenin gerçekleşmemesi için çaba gösterme unsurunu içereceğinden bilinçli taksir ile olası kast ayırımını da sağlıklı bir hale sokacak, hukuk biliminin ve mahkeme içtihatlarının gelişimine uygun bir alan bırakılacaktır.

Hem kasten hem de taksirle işlenebilen adamı öldürme, yaralama, trafik güvenliğini tehlikeye sokma, genel güvenliğin tehlikeye sokulması, çevrenin kirletilmesi vs. suçlarda eylemin kasten mi yoksa taksirle mi gerçekleştirildiği, somut olayın özelliklerine ve bu özelliklere bağlı ayrıntıların niteliklerine göre tespit edilmelidir. Eylemde failin amacına ulaşmak için sarf ettiği çaba, fail ile mağdurun ilişkisi, failin kullandığı vasıtanın niteliği, darbelerin sayısı ve yöneldiği bölge, failin olay öncesi, olay sırası ve olay sonrası davranışları, olayın gerçekleşme şekli, olay yeri ve zamanı incelenerek suçun işlenmesine gerekçe gösterilen her çeşit muhtemel haklı sebep ve mazeretler hayatın olağan akışı içerisinde değerlendirilmelidir. Çünkü taksirli suçlarla kasıtlı suçlar arasındaki fark, suçun manevi unsurudur. Kasti suçlarda hareket ve irade neticeye yönelik olduğu ve bu sebeple fiilin kasten işlendiğinden söz edildiği halde, taksirli suçlarda hareket iradi olsa dahi belirli bir neticeye yönelik değildir.

***

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda “olası kast” ile “bilinçli taksir” kavramlarının düzenlenmesini yerinde bulmakla beraber, kavramların tanımlarının hatalı ve sınırlarının birbirine çok yakın olması nedeniyle, karışıklıklara yol açacak düzenlemeler olduğu kanaatindeyiz. Yukarıda da değinildiği gibi kavramlar tanımlanırken olası kast ile bilinçli taksiri ayıracak kavramların sınırlarını belirleyecek ölçütlere yer verilmesi gerekirdi. Bunlardan birincisi failin düşünüp öngördüğü neticenin gerçekleşmesini istediği mi yoksa kayıtsız mı kaldığının tespitidir. Çünkü bilinçli taksir ile olası kast kavramlarının ortaya çıkmasına sebebiyet veren nokta, failin neticeyi ya hiç istememesi ya da neticeyi göze almasıdır. Bilinçli taksirde fail, hareketi iradi olarak yaparken neticeyi de düşünüp öngörmekte ama istememektedir. Olası kastta ise failin iradesi, hareketle beraber neticenin göze alınmasını da kapsar. Olası kastta netice açıkça istenmemiş ise de fail neticenin gerçekleşebileceğini düşünüp öngörerek bu sonucu umursamadan ve göze alarak hareket etmekte, buna karşılık bilinçli taksirde neticenin gerçekleşmeyeceği inancı bulunmaktadır. Görüldüğü üzere olası kast ve bilinçli taksir kavramları, birbirlerinden farklı psikolojik durumları içermektedir. Bu ayrımı netleştirmek için netice ile fail arasındaki psikolojik durumun belirtilmesi gerekmektedir. Fail düşünüp öngördüğü neticeyi göze alıyorsa, “Olursa olsun” diyorsa, bu neticenin gerçekleşeceğini bilse dahi harekete devam ediyorsa, burada olası kastın varlığı kabul edilir. Yasal tanımların bu ayrımın yapılmasını kolaylaştırması ve sınırlarını çizerek uygulamaya elverişli hale getirmesi için olası kasttaki neticenin dolaylı olarak istenmesi, göze alınması ya da kabullenilmesi unsurlarının tanımda yer alması gerekmektedir.

Olası kast ile bilinçli taksir ayrımını belirlemede ikinci ölçüt ise failin düşünüp öngördüğü neticenin gerçekleşmemesi için çaba sarf edip etmediği hususudur. Bilinçli taksirde fail genel olarak neticenin gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen somut olayda neticenin gerçekleşmemesi için çaba sarf etmektedir. Oysa olası kastta fail düşünüp öngördüğü neticenin gerçekleşebileceğini göze almakta, buna rağmen hareketinden vazgeçmeyerek sonuçlarına kayıtsız kalmaktadır. Olası kastta fail, neticenin gerçekleşmemesi için herhangi bir çaba sarf etmemektedir.

Cumhuriyet Savcısının Kolluğu Yönlendirmekteki Rolü

5271 sayılı CMK’nın 158.nci maddesinde, “suça ilişkin ihbar veya şikâyet, Cumhuriyet Başsavcılığına veya kolluk makamlarına yapılabilir. Valilik veya kaymakamlığa ya da mahkemeye yapılan ihbar veya şikâyet, ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir. Bir kamu görevinin yürütülmesiyle bağlantılı olarak işlendiği iddia edilen bir suç nedeniyle, ilgili kurum ve kuruluş idaresine yapılan ihbar veya şikâyet, gecikmeksizin ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir”, denilmek suretiyle yasa koyucu ceza soruşturmasının Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütüleceğini açıkça belirtmiştir.

Cumhuriyet savcısının soruşturma aşamasındaki görev tanımını şu şekilde yapabiliriz: Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle suç haberini alır almaz kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlayan, bu amaçla doğrudan veya emrindeki adli kolluk görevlileri aracılığıyla her türlü araştırmayı yapabilen, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri araştırıp toplayarak güvence altına almakla ve şüpheli ile mağdurun haklarını korumakla yükümlü bulunan, toplanan deliller ışığında şüpheli hakkında atılı suçun işlendiği hususunda kamu davası açılmasını gerektirir yeterlilikte şüphe oluşturuyorsa bir iddianame düzenleyerek kamu Cumhuriyet Savcısının Kolluğu Yönlendirmekteki Rolü Dr. Cengiz APAYDIN İstanbul Anadolu Cumhuriyet Savcısı 16 Makale davası açmakla görevli olan; ancak soruşturma evresi sonunda, şüpheli hakkında kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma olanağının bulunmaması hâllerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar vermekle görevli olan adli bir makamdır.

Doktrinde Cumhuriyet savcısının yargı organının mı yoksa yürütme organının mı içinde yer aldığı tartışılmaktadır.

Bir görüşe göre, Cumhuriyet savcısı iddia makamını temsil ederek iddia görevini yerini getirmek suretiyle yürütme organı içinde yer alır. 

Bir diğer görüşe göre, Cumhuriyet savcısının birtakım idari görevlerinin bulunması onun yürütmeye bağlı olduğunu göstermez. Cumhuriyet savcısı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’na tabidirler. Cumhuriyet Savcıları kanuni konumları gereğince sanığın lehinde ve aleyhinde iddia görevlerini yaparken taleplerinde tamamen serbesttir. Savcılık, ceza muhakemesinde toplumsal iddia makamını işgal etmekte ve yasaların uygulanmasını sağlamak ve denetlemek suretiyle adalete ilişkin yetkilerini kullanmakta ve bu anlamda bir adalet organı olmaktadır.

Kanaatimizce, Cumhuriyet Savcısı siyasal bir organ olan Adalet Bakanlığına bağlı ve yürütme organı içerisinde idari ve hiyerarşik bir ilişki çerçevesinde görev yapan bir süje değildir. Cumhuriyet Savcısı siyasi değil, adalete uygun düşüncelerle hareket ederek hukukun uygulanmasını sağlar. Parlamenter sistemde kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince, bağımsız ve tarafsız yargı ancak soruşturma makamı olan Cumhuriyet Savcısının yargı organı içinde bir adalet organı olması halinde mümkündür. Cumhuriyet Savcısı idarenin(hükümetin) egemenlik iradesini değil, devletin hukuk iradesini temsil etmektedir. Bu nedenle kamu hukuku adına hareket etmektedir. Bir eylemin suç olup olmadığı yönünde soruşturma yapan, eylemin suç olduğunun belirlenmesi durumunda şüpheli hakkında iddianame düzenleyen, atılı suçun unsurlarının oluşmaması halinde kovuşturmaya yer olmadığı kararı veren ve CMK 171’de belirtilen cezayı kaldıran şahsi sebep olarak etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanmasını gerektiren koşulların ya da şahsi cezasızlık sebebinin varlığı halinde, kamu davası açmakta takdir yetkisi bulunan, soruşturma aşamasındaki tüm adli işlemlerden sorumlu ve karar organı olan Cumhuriyet savcısının adli bir organ olduğu açıktır.

5271 sayılı CMK’nın 160. maddesi gereğince, Cumhuriyet Savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar. Cumhuriyet Savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür. (CMK m. 160) Dolayısıyla, suç soruşturması sırasında şüphelinin haklarının güvencesi Cumhuriyet savcısıdır.

Eski CMK döneminde, savcılara, doktrinde, onların tek yetkili olduklarını vurgulamak için, hazırlık soruşturmasının beyi, patronu veya kralı gibi yakıştırmalar yapılırdı.

Yeni CMK’da da Cumhuriyet savcılarının soruşturmanın hukukçu olan tek otoritesi olması nedeniyle, doktrinde Cumhuriyet savcılarına soruşturma evresinin imparatoru olduğu yönünde unvan verilerek Cumhuriyet savcısının büyük yetkilere sahip olduğu ileri sürülmüştür. Oysa Cumhuriyet savcısının hangi yetkiyi ne şekilde kullanacağı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda açıkça belirtilmiş olup, soruşturmanın eski CMK’nın aksine sadece Cumhuriyet savcısı tarafından başlatılarak yapılması hukuk güvenliği açısından yerinde bir düzenlemedir. Eğer bu düzenleme ile birlikte gerçek anlamda bir adli kolluk düzenlemesi yapılsa idi, bu Türk Ceza Hukuku sisteminde bir devrim olurdu. Yeni CMK’da savcı, soruşturma evresinin tek karar merkezidir. Kararları bir hukukçu olarak o alacak; emrindeki adli kolluk uygulayacaktır. Bu yeni durum kolluğu da sıkıntıdan kurtaracaktır. Artık başlarında, karar almada onlara önderlik eden bir hukukçu olacaktır. Eski CMK’da yer alan ve kolluğun fazla yetki kullanmasına ve bu yüzden soruşturma evresinde insan hakları sorunları yaşanmasına yol açan 156. madde yeni CMK’ya alınmamıştır.

Cumhuriyet Savcısı, bir suç soruşturması sırasında, doğrudan doğruya veya emrindeki adlî kolluk görevlileri aracılığı ile her türlü araştırmayı yapabilir ve bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi isteyebilir. (CMK m. 161) Adlî kolluk görevlileri, ise Cumhuriyet Savcısının emri üzerine, el koydukları olayları, yakalanan kişiler ile uygulanan tedbirleri 17 Makale emrinde çalıştıkları Cumhuriyet Savcısına derhâl bildirmek ve bu Cumhuriyet Savcısının adliyeye ilişkin bütün emirlerini gecikmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür. (CMK m. 161/2)

5271 sayılı CMK 164/2 madde ve fıkrasına göre, “soruşturma işlemleri, Cumhuriyet savcısının emir ve talimatları doğrultusunda öncelikle adli kolluğa yaptırılır. Adli kolluk görevlileri, Cumhuriyet savcısının adli görevlere ilişkin emirlerini yerine getirir”. Bu düzenleme, CMUK döneminde farklı olarak kolluğun doğrudan doğruya araştırma yapmasını kabul etmemiştir.

Doktrinde, CMK’nın önemli önemsiz ayrımı yapmadan, her soruşturma işlemi için Cumhuriyet savcısının emrini arayan, gecikmesinde sakınca olan hallerde dahi Cumhuriyet savcısı adına işlem yapmasını yasaklayan düzenlemelerinin her geçen gün daha iyi hukuk ve insan hakları eğitimi alarak kalitesini yükselten 400.000 civarındaki kolluk görevlilerini tamamen etkisiz ve pasif hale getirdiği ileri sürülmektedir. 

Kanaatimizce soruşturma işlemlerinin Cumhuriyet savcısı emriyle yürütülmesiyle, ceza hukukunun uygulanması, özgürlüklerin sağlanması ve hukuk güvenliğinin korunması amaçlanmaktadır. Ceza içeren kanunların tam olarak uygulanması ve özgürlüklerin sağlanarak bireyin ve toplumun gelişmesi açısından soruşturmaların uzmanlaşmış ve sayıları arttırılmış Cumhuriyet savcıları tarafından başlatılmasının ve yürütülmesinin önemi büyüktür.

Kanun koyucu, bir suç haberini alan kolluk görevlisinin ne yapması gerektiğini düzenleyen eski CMUK’nın 156. maddesini yeni kanuna almamakla, bir suçla ilgili kolluğun tek başına harekete geçemeyeceğini ve kolluğun Cumhuriyet Savcılığından bağımsız olarak bir anlam ifade etmediğini vurgulamak istemiştir. Cumhuriyet savcısı, her olayla ilgili, adlî kolluk görevlilerine emirleri yazılı, acele hâllerde, sözlü olarak verir. Sözlü emir, en kısa sürede yazılı olarak da bildirilir. (CMK m. 161/3) 

Doktrinde, kolluğun uygulamada karşılaştığı problemlerden birisi olarak, Cumhuriyet savcısının verdiği emirleri yazılı hale dönüştürme alışkanlığının bulunmaması ve bunun özellikle, emrin uygulanmasında hukuka aykırı bir durum ile karşılaşıldığında, kolluk ve Cumhuriyet savcısı arasında, verilen emrin içeriğinin yanlış anlaşıldığı tartışmalarının doğmasına neden olduğu, sonuç olarak da, suç soruşturmasını işbirliği içinde yürütmesi gereken, kolluk ile Cumhuriyet savcısı ilişkilerinin zedelendiği ileri sürülmektedir.

Cumhuriyet savcısının adli kolluk görevlilerine verdiği emrin yazılı olması, acele hallerde sözlü olarak verilen emirlerin en kısa sürede yazılı hale getirilmesi zorunluluğu CMK’nın161/3. madde ve fıkrasında yasal olarak düzenlenmiştir. Cumhuriyet savcılarının yasal zorunluluğu yerine getirme alışkanlıklarının bulunmadığını ileri sürmek, hukuk adamı olan Cumhuriyet savcılarına yönelik haksız bir eleştiriden öteye gitmemektedir. Uygulamadaki esas sorun kolluğun nicelik ve nitelik olarak yetersizliği nedeniyle olayları Cumhuriyet savcısına bildirmekteki eksikliğidir. Suçların unsurlarının neler olduğu, hangi eylemlerin suç teşkil ettiği, hangi eylemlerin hukuki ihtilaf olduğu, suç delillerin hukuka uygun olarak nasıl toplanacağı, hangi suçun uzlaşma kapsamında olduğu hangi durumda hangi işin nasıl yapılması gerektiğini kolluğun bilmemesidir. Bunun sebebi adli kolluk görevlilerinin yeterince eğitilmemesi ve uzmanlaşmaya gereken önemin verilmeyişidir. Cumhuriyet savcılarının da nicelik ve nitelik olarak yetersizliği nedeniyle kolluk görevlilerini yapacakları işlemlerle ilgili yönlendirememekte oldukları ve suçların değişen özelliklerine göre ayrı ayrı emir vermekte zorlandıkları uygulamada gözlenmektedir. Cumhuriyet savcıları ve kolluk görevlileri bazen Avrupa Birliğine uyum kapsamında bazen de panik hükümlerle sürekli değişen yasaları kavramakta ve uygulamakta zorluk çekmektedirler.

2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun Ek 6. Maddesi gereğince, polis, bir suça ilişkin olarak kendisine yapılan sözlü ihbar ve şikâyetleri ve görevi sırasında öğrendiği suça ilişkin bilgileri yazılı hale getirir. Edinilen bilgi veya alınan ihbar veya şikâyet üzerine veya kendiliğinden bir suçla karşılaşan polis, olay yerinde kişilerin ve toplumun sağlığına, vücut bütünlüğüne veya malvarlığına zarar gelmemesi ve suçun delillerinin kaybolmaması ya da bozulmaması için derhal gerekli tedbirleri alır.

Bir suç işlendiği veya işlenmekte olduğu bilgisini edinen polis, olay yerinin korunması, delillerin tespiti, kaybolmaması ya da bozulmaması için acele tedbirleri aldıktan sonra el koyduğu olayları, yakalanan kişiler ile uygulanan tedbirleri derhal Cumhuriyet savcısına bildirir ve Cumhuriyet savcısının emri doğrultusunda işin aydınlatılması için gerekli soruşturma işlemlerini yapar. Yapılacak araş- 18 tırma sonunda edinilen bilginin bir kabahate ilişkin olduğu hallerde, konu araştırılarak gerekli yasal işlem yapılır veya yapılması sağlanır. Polis, suçun delillerini tespit etmek amacıyla, Cumhuriyet savcısının emriyle olay yerinde gerekli inceleme ve teknik araştırmaları yapar, delilleri tespit eder, muhafaza altına alır ve incelenmek üzere ilgili yerlere gönderir. PVSK’nın ek 6. maddesiyle polise verilen yetkilerin sadece olay yeri işlemleri ile sınırlı olduğu açıktır. Burada polisin yetkisi çok daha somut bir alana isabetli olarak yerleştirilmiştir.

Yeni CMK, soruşturma evresini savcı merkezli düzenlemiştir. Savcı bu evrenin bel kemiğidir. Savcılık iyi çalışmazsa, ülkemizde iyi bir ceza muhakemesi yapılması mümkün değildir. Hemen hemen her şey ona bağlıdır. Artık sadece masasında oturan bir savcı yoktur. Yeni CMK’ya göre; o da sahaya inecektir. Kolluğun yıllardır talepte bulunduğu bir husus nihayet gerçek olmuştur. Ancak bilinmelidir ki, Cumhuriyet savcısının sahaya inmesi kolluğun bu alandan çıkmasını gerektirmemektedir. Bu safhada; başta Cumhuriyet savcısının emrinde bulunan adli kolluk görevlileri olmak üzere, diğer kamu görevlileri de talep halinde Cumhuriyet savcısına yardımcı olacaklardır.

CMK 164 ve devamı maddelerinde adli kolluğa ilişkin yeni düzenlemeler getirilmiş ise de kolluğun çalışma yöntemleri ve savcı kolluk ilişkisi açısından eski CMK’nın uygulamasından çok farklı bir uygulama pratiğe yansımamıştır. Maalesef Cumhuriyet savcısının emir ve talimatları ile adli kolluk tarafından soruşturmaların başlatılmasına ilişkin düzenlemeler nüfusu az olan ilçeler hariç, istenen ölçüde uygulanamamaktadır. Cumhuriyet savcılarının sayılarının azlığı nedeniyle meydana gelen boşluğu kolluk doldurmaktadır.

Türkiye’de yaklaşık 3500 Cumhuriyet savcısı bulunmakta olup yaklaşık 400.000 kolluk görevlisine Cumhuriyet savcılarının her olayla ilgili olarak ayrı ayrı emirler verip soruşturmayı yapmaları fiilen imkânsızdır. Bu yüzden özellikle büyükşehirlerde kolluk görevlileri eski CMK sisteminde olduğu gibi hareket ederek soruşturmalarda olay yeri işlemleri dışında da ifade alıp delil topladıktan sonra Cumhuriyet savcısına bilgi vererek soruşturma evrakını Cumhuriyet savcılarına verdikleri gözlemlenmektedir. Kanaatimizce Cumhuriyet savcısı sayısının arttırılması ve ceza yargılama sürecinin acil servisi olarak nitelendirilebilecek soruşturma süreci içerisinde hukuk fakültesi mezunlarından oluşacak Cumhuriyet savcı yardımcılarıyla CMK’nın Cumhuriyet savcılarına verdiği yetkilerin Cumhuriyet savcısı ve yardımcıları tarafından kullanılmasının sağlanmasıyla insan hakkı ihlallerinin azaltılması ve hukuk güvenliğinin geliştirilmesi amaçlanmalıdır.

BİLİŞİM SİSTEMİNE GİRME VEYA ORADA KALMAYA DEVAM ETME SUÇU

I. Genel Olarak

Bilişim sistemine girme suçu, bilişim suçlarının en yaygın olanıdır. Bilişim sisteminin veya verilerin dokunulmazlığını ihlal, öncelikle bilişim sistemine girmeyi gerektirmektedir. Bilişim sistemine hukuka aykırı giriş, sistemdeki verilerin güvenliğine ve gizliliğine zarar vermektedir.  Ekonomik, sosyal ve teknolojik alanda yaşanan hızlı gelişim ve değişim nedeniyle bilişim sistemlerinin kullanıldığı alanlar artmakta olup, çeşitli şekillerde bilişim sistemlerine hukuka aykırı girme veya orada kalmaya devam etme sonucunda hem bilişim sistemine yetkisiz erişim suçu hem de ceza hukukumuzda düzenlenen diğer bilişim suçları artmaktadır. Bilişim sistemine girme eylemi, verilerin temin edilmesi veya verilerin öğrenilmesi amacıyla yapılabileceği gibi sırf meraktan veya failin kendisini test etmesi amacıyla da gerçekleştirilebilir. Bu eylem, sadece ekonomik veya özel yaşama ilişkin nedenlerle olmayıp casusluk veya terör saikiyle de gerçekleştirilebilir.

Bilişim alanındaki gelişmelerin hukuk alanında da önemli birtakım sorunlara neden olduğu aşikârdır. Nitekim bu alanda yaşanan gelişmelerle birlikte mülkiyet, fikri hak, haksız fiil, özel hayat vb. çok önemli hukuksal kavramların tanımları ya da anlayış biçimleri değişmiştir. Örneğin bu alanda ortaya konulan özellikle yazılıma ilişkin ürünler üzerindeki haklar bakımından bunların korunması sorunu ortaya çıkmış, verilen zararlara bağlı olarak haksız fiil algısı yeni bir boyut kazanmış, bilişim sistemlerine kaydedilen bilgilere izinsiz ulaşılması ve bunların kullanılmasına bağlı olarak özel hayat kavramının yeniden ele alınması gerekmiştir1.

Günümüzde en sık karşılan bilişim suçlarından birini bilişim sistemlerine yetkisiz erişim oluşturmaktadır2. TCK’da bu suç tipi, bilişim suçlarının ayrı bir başlık altında düzenlendiği ikinci kitabın “Topluma Karşı Suçlar” başlıklı üçüncü kısmının “Bilişim Sistemlerine Karşı Suçlar” başlıklı onuncu bölümünün ilk maddesinde “Bilişim Sistemine Girme” başlığıyla düzenlenmiştir. Buna göre: (1) Bir bilişim sisteminin bütününe veya bir kısmına, hukuka aykırı olarak giren veya orada kalmaya devam eden kimseye bir yıla kadar hapis veya adli para cezası verilir. (2) Yukarıdaki fıkrada tanımlanan fiillerin bedeli karşılığı yararlanılabilen sistemler hakkında işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranına kadar indirilir. (3) Bu fiil nedeniyle sistemin içerdiği veriler yok olur veya değişirse, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (4) Bir bilişim sisteminin kendi içinde veya bilişim sistemleri arasında gerçekleşen veri nakillerini, sisteme girmeksizin teknik araçlarla hukuka aykırı olarak izleyen kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Bu maddeyle yasa koyucu, “bir bilişim sisteminin bütününe veya bir kısmına, hukuka aykırı olarak girme veya orada kalmaya devam etme” eylemini suç haline getirmiştir3. Maddenin birinci fıkrasında bir bilişim sisteminin bütününe veya bir kısmına, hukuka aykırı olarak girmek veya orada kalmaya devam etmek fiili suç sayılmıştır. Sisteme hukuka aykırı olarak giren kişinin belirli verileri elde etmek amacıyla hareket etmiş bulunmasının önemi yoktur. Sisteme, doğal olarak, haksız ve kasten girilmiş olması ve orada kalınması, suçun oluşması için yeterlidir. İkinci fıkraya göre, birinci fıkrada tanımlanan fiillerin bedeli karşılığı yararlanılabilen sistemler hakkında işlenmesi, bu suç açısından daha az ceza ile cezalandırılmayı gerektirmektedir. Üçüncü fıkrada, bu suçun neticesi sebebiyle ağırlaşmış hâli düzenlenmiştir. Birinci fıkrada tanımlanan suçun işlenmesi nedeniyle sistemin içerdiği verilerin yok olması veya değişmesi hâlinde, failin suçun temel şekline nazaran daha ağır ceza ile cezalandırılması öngörülmüştür. Dikkat edilmelidir ki bu hükmün uygulanabilmesi için failin verileri yok etmek veya değiştirmek kastıyla hareket etmesi gerekir4. Dördüncü fıkrada ise bir bilişim sisteminin kendi içinde veya bilişim sistemleri arasında gerçekleşen veri nakillerini, sisteme girmeksizin teknik araçlarla hukuka aykırı olarak izlemek ayrı bir suç olarak düzenlenmiştir.

Bir bilişim sistemine hukuka aykırı olarak girme veya  orada kalmaya devam etme suçunun cezalandırılması için “veri” ele geçirilmesi koşulu aranmamaktadır. Kişisel verilerin elde edilmesi, TCK’nın 136. maddesinde ayrı bir suç tipi olarak düzenlenmiştir. Bu fiil ile bir kişi veya kuruluşun çıkarlarına zarar verilmese dahi bilişim sisteminin erişilmezliğine yönelik güven ortadan kaldırılmaktadır. Böylece bilişim sisteminin güvenliği özellikle “hacker” olarak tabir edilen şahıslara karşı korunmak istenmiştir5. Bilişim sistemine hukuka aykırı erişim suçu, bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılması suretiyle işlenebilecek olan dolandırıcılık veya hırsızlık gibi suçlara ya da doğrudan bilişim suçları olan TCK’nın 244 ve 245. maddelerinde belirtilen suçlara zemin hazırlamakta ve bir araç olarak kullanılmaktadır.

Bir bilişim sistemine haksız erişim, bilişim sistemlerinin veya bilişim sistemleri kapsamındaki verilerin gizlilik, bütünlük, kullanılabilirlik gibi unsurları kapsayan güvenliğine yönelen tehdit ve saldırılar biçimdeki hukuka aykırı fiilleri anlatmaktadır. Bilişim sistemlerinin korunma ihtiyacının yanında, ister ferdi ister kurumsal düzeyde kullanıcıların rahatsız edilmemesi ve engellenmemesi de gereklidir. Yalnızca sisteme haksız erişimin dahi başlı başına bir suç olarak düzenlenmesi bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Haksız erişim, uygulamada hacking, cracking, computer trespass vb. yöntemlerle gerçekleştirilmektedir6.

II. Suçla Korunan Hukuki Yarar

Korunan hukuki değer, suç tipinin ihdas edilmesi ile korunmak istenen değerdir7. Korunan hukuki yarar karma nitelikte olup, bireylerin özel hayatlarının gizliliği, kişisel verilerin güvenliği, iletişim özgürlüğünün korunması, kurumlara ait verilerin güvenliği, kurumların bilişim sistemlerinin güvenli olarak işleyişi, mülkiyet veya zilyetlik haklarının korunması, kamu güvenliği ve kamu düzeninin korunmasıdır. Çünkü günümüzde bilişim sistemleri ile sesli/görüntülü haberleşme, elektronik imza ile ulusal ya da uluslararası ticari ilişkiler, internet bankacılığı hizmeti ile kredi imkânları, para transferleri, elektronik ticaret vb. pek çok yenilik toplumsal hayata girmiştir. Bilişim sistemleri eğitim, sağlık, ticaret, ulaşım, iletişim ve hukuk alanlarında bireylerin ve toplumun yaşamında önemli bir noktaya ulaşmıştır. Bu sistemlerin güvenle işleyişi, aynı anda hızlı ve kolayca birçok kişi tarafından ulaşılması, eğitim, sağlık, ticaret, ulaşım, iletişim ve hukuki hizmetlerin sağlanması, kamu güvenliği ve düzenini koruma açısından korunmaya muhtaç bir alandır.

III. Suçun Unsurlarından Eylem

Maddi fiil, bilişim sisteminin bütününe veya bir kısmına hukuka aykırı olarak girmek veya orada kalmaya devam etmektir. Sisteme hukuka aykırı olarak girmek veya orada kalmaya devam etmekle suç oluşur8. Bu suçun oluşması için icrai nitelikteki girme eyleminin ve ihmali nitelikteki sistemde kalmaya devam etme eyleminin birlikte gerçekleşmesi gerekir9.

“Bilişim sistemine girmek”, bir bilişim sisteminde bulunan verilerin bir kısmına veya tamamına, fiziken ya da uzaktan başka bir cihaz yoluyla erişilmesidir. Erişimi gerçekleştirmek için gevşek güvenlik önlemlerinden faydalanılabileceği gibi, var olan güvenlik önlemlerindeki boşluklar da kullanılabilir. Ağ üzerinden virüsler (komik resimler, kutlama kartları veya ses ve görüntü dosyaları gibi ekler halinde), truva atı (trojan horse), macro virüsü, solucanlar vs. kullanılarak veya sistemin açık kapıları zorlanarak giriş yapılabilir. Bilgisayar veri ve sistemlerine yapılan izinsiz giriş, aynı zamanda, “bilgisayara tecavüz”, “kod kırma” ya da “bilgisayar korsanlığı” olarak da tanımlanmaktadır. Bu suç, başkasına ait bilgisayarın açılarak içindeki verilerin görülmesi biçiminde olabileceği gibi, bir ağ aracılığıyla bilişim sisteminde oturum açılması yoluyla da işlenebilir. Örneğin bir bankanın sistemine girilerek müşteri hesabına hukuka aykırı olarak bakılması10 veya bir kamu kurumunun bilgisayarına dışarıdan hukuka aykırı olarak girip orada belli bilgilerin incelenmesi veya birisinin açık bilgisayarında belli pencerelerin açılarak bakılması eylemi, anılan suçu oluşturacaktır11. Girme veya orada kalmaya devam etme açısından iletişimin kablolu veya kablosuz olması ile mesafenin yakın veya uzak olması arasında da fark yoktur. Mağdurun kişisel bilgisayarına ait işletim sistemine (Windows, Linux vs.), bir başka internet kullanıcısının, mağdurun rızası olmaksızın girmesi de suçu oluşturacaktır12.

Girme veya orada kalmaya devam etme hareketi, “bazı parçalarının açılarak veya çıkarılarak bilişim sistemi aracının içine fiziken girilmesi” demek değildir. Çalışan bilişim sistemi aracının sanal alanının içine girmektir. Bilişim sistemi aracı çalışmakta ve fail başkalarına ait verilere vakıf olabilmektedir13. Diğer bir deyişle, “girmek” kavramı, bilişim sisteminin yazılımla ilgili bölümünün tamamına veya bir kısmına ulaşmak, dâhil olmak, erişmek anlamına gelmektedir14. Bu hükümle, sistemin yazılımsal yanının güvenilirliği korunmak istenmektedir.15

Uygulamada TCK’nın 243. maddesindeki suç, genellikle bir bilişim sistemine yetkisi olmaksızın uzaktan veya ağ üzerinden gizli erişimle işlenmektedir. Teknik açıdan erişimin  değişik yol ve yöntemlerinden söz edilebilir. Bilinen yaygın yöntemlerden biri “casus yazılım” kullanmaktır. Ancak bilgi ve iletişim teknolojisinde ortaya çıkan yenilik ve olanaklar, bu suçun yeni yöntemlerle işlenmesini de beraberinde getirmektedir16. Bir bilişim sistemine e-posta veya dosya gönderilmesi durumunda, bilişim sistemine girme söz konusu olmayıp yalnızca veri gönderildiğinden, bu durum girme kapsamında düşünülemez17. Eğer e-posta sıradan bir e-posta olmayıp casus program bandırıyorsa, artık suçun icra hareketlerinin başladığını kabul etmemiz gerekir. Zira e-posta açıldığında casus program harekete geçecek ve sistem içerisinde gizlenip failin amaçlarına hizmet edecektir18.

“Yasa dışı erişim” terimi, bilgisayar sistem ve verilerinin güvenliğine (yani gizlilik, bütünlük, kullanıma açıklık) yönelik tehlikeli tehdit ve saldırılar şeklindeki temel suçları kapsamaktadır. Koruma ihtiyacı, kuruluş ve kişilerin sistemlerini rahatsız edilmeden ve engellenmeden yönetme, işletme ve kontrol etme ihtiyaçlarını yansıtmaktadır. Sadece izinsiz girme, yani “hacking”, “cracking” ya da “computer trespass”, ilke olarak başlı başına yasa dışı olmalıdır. Bu durum, sistem ve verilerin meşru kullanıcılarının engellenmesine ve düzeltilmesi yüksek maliyet getiren değişiklik ve tahribata yol açabilir. Bu tür izinsiz girişler gizli verilere ve sırlara erişilmesine, sistemin ücretsiz kullanılmasına yol açabilir. “Erişim”, bilgisayar sisteminin tamamına ya da bir parçasına (donanım, bileşenler, yüklenen sistemin saklanan verileri, dizinler, trafik ve içerikle ilişkili veriler) girilmesi anlamındadır. Sisteme sadece bir e-posta mesajı ya da dosya gönderilmesini kapsamaz. Ancak PHP uzantılı link vermek suretiyle failin müştekinin linkine bağlanmasını sağlayan e-posta gönderilmesi halinde, bilişim sistemine girme suçunun maddi unsuru gerçekleşmiş olur.19

“Erişim” kavramı, kamusal telekomünikasyon ağları yoluyla ya da bir kuruluşun yerel ağı (LAN) veya intranet’i gibi bir ağ üzerindeki başka bir bilgisayar sistemine girmeyi içine alır. İletişim yöntemi (örneğin kablosuz bağlantılar da dâhil olmak üzere uzaktan ya da yakın mesafeden bağlantı sağlanması) önemli değildir20.

Suç tipi incelendiğinde, TCK’nın 243. maddesindeki suçu oluşturan hareketler açısından ayrıca bir netice gerçekleşmesinin aranmadığı, suçun gerçekleşmesi için suç tanımında yer alan hareketlerin yapılmasının gerekli ve yeterli olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu bir sırf hareket suçudur. Buna bağlı olarak, failin eylemi neticesinde bir zararın gerçekleşmesi ya da sistemin tehlikeye uğramasına yönelik yakın bir tehlikenin oluşması da aranmadığı için aynı zamanda bir soyut tehlike suçudur21. Yargıtay’ın aynı doğrultudaki bir kararında şöyle denilmektedir: “Oluşa ve tüm dosya kapsamına göre; katılana ait MSN adresine şifresini ele geçirmek suretiyle hukuka aykırı olarak giren ve orada kalmaya devam eden sanığın eylemine uyan 5237 sayılı TCK’nın 243/1. madde ve fıkrası uyarınca cezalandırılması gerektiği gözetilmeden, yasal ve yeterli olmayan gerekçeyle beraatına hükmolunması  yasaya aykırılık oluşturmaktadır22”.

24.3.2016 tarih ve 6698 sayılı Kanun’un 30. maddesiyle TCK’nın 243/1. maddesinde yer alan “ve” ibaresi “veya” şeklinde değiştirilmiş olup, bilişim sisteminin tamamına veya bir kısmına hukuka aykırı olarak girme veya orada kalmayı açıkça aramaktadır. Buna göre suçun unsurlarının tamamlanmış sayılması için failin bilişim sistemine girmesi veya orada kalmaya devam etmesi suç ve cezanın kanuniliği açısından şarttır. Bilişim sistemine yetkisiz erişim, bilişim sistemi ve veri güvenliği için tehdit veya zarara sebebiyet verebileceği için bilişim sistemi ve veri güvenliğinin korunma ihtiyacı bulunmaktadır. Eşyanın doğası gereği failin bilişim sistemine bir amaç için girmesi gerekmekte olup failin bilişim sistemine girme amacı için kalacağı süre ne kadar az olursa olsun korunan hukuki menfaatler ihlal edilmiş olacağından suçun oluştuğu kabul edilmelidir.

Bilişim sistemine girme suçu, davranışın şekli bakımından yapılacak bir sınıflamada, “sırf hareket suçları” arasında yer alır. Bir başka deyişle, bu suçun oluşumu, suç tipinde öngörülen davranışların gerçekleştirilmesi ile tamamlanmış olur. Bunun dışında ayrıca bir zarar veya başkaca bir takım sonuçların gerçekleşmesi gerekmez23. Ayrıca bilişim sistemine doğrudan girmeden bilişim sisteminin izlenmesi halinde de suç oluşacaktır.

Suçun eylem unsurunda yer alan hareketlerden biri “orada kalmaya devam etmek” olduğundan ve bu hareket devamlılık gösterdiğinden bu suç mütemadi bir  suç tipidir. Yani davranış gerçekleştirildiğinde suç oluşur, ancak hemen sona ermez. Örneğin fail bilişim sistemine girip orada kalmakla suçu işlemiş olur. Ama sisteme girip orada kalmasıyla suç sona ermez. Fail sistemde kalmaya devam ettiği müddetçe suç da devam eder24.

TCK’nın 243’üncü maddesinin dördüncü fıkrasında, bir bilişim sisteminin kendi içinde veya bilişim sistemleri arasında gerçekleşen veri nakillerini, sisteme girmeksizin teknik araçlarla hukuka aykırı olarak izleme eylemi bağımsız bir suç tipi olarak düzenlenmiştir. Böylece bilişim sistemlerinin veya bilişim sistemleri arasındaki veri akışının sistemlere girilmeksizin bile izlenmesi suç haline getirilmiştir. Yeni düzenlemenin suç ve cezanın kanuniliği açısından yerinde bir düzenleme olduğu kanaatindeyiz.

IV. Manevi Unsur

Bir bilişim sistemine girme veya orada kalmaya devam etme suçunun manevi unsuru kasttır. Bilişim sistemine giren fail, bu fiili izinsiz olarak gerçekleştirdiğini ve hukuka aykırı olarak davrandığını bilmeli ve bu sonucu istemelidir. Bu husus, madde gerekçesinde de özel olarak belirtilmiştir. Sisteme kasten haksız olarak girilmesi ve orada kalmaya devam edilmesi ile suç oluşur. Genel suç işleme kastı yeterlidir. Suçu oluşturan fiillerin hangi amaçla gerçekleştirildiğinin bir önemi yoktur25. Bu bağlamda suçun gerçekleşmesi bakımından özel kast aranmaz26. Mağdura zarar verme veya menfaat sağlama gibi bir amacı olmaksızın, sadece bakmak için hukuka aykırı olarak bir bilişim sistemine giren veya orada kalan kimse de bu madde gereğince sorumlu olacaktır27.

Suçla korunan hukuki menfaati ihlal etme düşüncesi olmayan ve sisteme anlık girişler yapan faillerin, bu çok kısa süreli ihlale dayanılarak cezalandırılmaması gerekir28. Failin tesadüfen bir bilişim sistemine girmesi ancak bunu fark ettiği halde sistemde kalmaya devam etmesi halinde suç oluşacaktır29.

Bu suç, icrai veya ihmali30 hareketle işlenebilir31. Failin bu suçu işlemek için özel bir saikle hareket etmesi gerekmez. Madde metninde suçun taksirle işlenebileceği ayrıca belirtilmediği için taksirle işlenemez32. Avrupa Konseyi Siber Suç Sözleşmesi’nde de kural, öngörülen tüm suçların genel kasta tabi olmasıdır. Bu suçların taksirle de işlenebileceği sözleşmede düzenlenmemiştir33. Suçun işlenmesinde failin özel bir saikle hareket etmesi gerekmediğinden suç, olası (gayri muayyen) kastla da işlenebilir34.

Hukuka aykırılığın suç tanımında özel olarak gösterildiği hallerde, hukuka aykırılığın fail tarafından bilinmesi, yani hukuka aykırılığın failin kastı kapsamında bulunması gerekir. Bu durumda madde metninde geçen hukuka aykırılık, tipikliğin unsurları içindedir. Suçun genel unsuru olan hukuka aykırılığın varlığı araştırıldığı gibi (hukuka aykırılık unsuru), failin bu fiilin hukuka aykırılığının (tipikliğin maddi unsuru) da bilincinde olup olmadığı ve böylece hareket etmeyi isteyip istemediği ayrıca araştırılacaktır. Eğer fail, hukuka aykırılığın suç tanımında özel olarak gösterildiği hallerde, hukuka aykırılık bilincine sahip değilse kastın varlığından söz edilemez. Suçun oluşması için failin sisteme girmesi veya orada kalması yetmez; failin eylemlerini hukuka aykırılık bilinci ile gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Failin eylemi gerçekleştirirken iyi ya da kötü niyetli olması, merakını giderme, sistemin güvenliğini deneme gibi düşünceleri bulunması, suçun oluşumunu etkilemez. Fail yetkisiz olduğu halde bir bilişim sistemine girip orada kalmaya devam ederse TCK’nın 243/1’inci maddesindeki suçu işlemiş olur35. Ayrıca belirtmekte fayda var ki failin kastı, bilişim sistemine hukuka aykırı olarak girme ve orada kalma fiiline yönelik olmalıdır. Sistemdeki verilerin değiştirilmesi, yok edilmesi vb. fiillere yönelik bir kastın varlığı halinde bu suç değil, TCK’nın 244. maddesindeki sistemi engelleme, bozma, verileri etme veya değiştirme suçu oluşacaktır36.

Kusurluluğu ortadan kaldıran hallerden herhangi birisinin bulunmasına bağlı olarak failin kınanabilirliği ve bu bağlamda kusuru söz konusu olmasa bile suç oluşacak, ancak ceza verilemeyecektir. Örneğin cebir ve şiddet veya muhakkak ve ağır bir korkutma veya tehdit altında, internet vasıtasıyla, girilmesi yasak bir sisteme giriş yapan bilişim sistemi uzmanı kimse bakımından kusurun varlığından ve dolayısıyla cezai sorumluluktan söz edilemeyecektir37.

V. Hukuka Aykırılık

Yasanın verdiği yetkiye dayanılarak izinsiz şekilde bilişim sistemine girilmesi veya orada kalınmaya devam edilmesi hali de hukuka uygunluk sebebi olan  “kanunun hükmünü yerine getirme” halidir. Bunun yanında CMK’nın 134. maddesinde düzenlenen “Bilgisayarlarda, Bilgisayar Programlarında ve Kütüklerinde Arama, Kopyalama ve El Koyma”, 135. maddesinde düzenlenen “İletişimin Tespiti, Dinlenmesi ve Kayda Alınması” ve 140. maddesinde düzenlenen “Teknik Araçlarla İzleme” başlıklı koruma tedbirlerinin kanunda gösterilen şartlara uygun olarak uygulanması halinde, kanun hükmünün icrası ve yetkili merciin emrini yerine getirmeden kaynaklı hukuka uygunluk sebepleri nedeniyle de bu suç oluşmayacaktır38. Kolluk görevlileri, soruşturma makamlarının kararı gereğince şüphelinin bilişim sistemine onun rızası hilafına girer ve orada kalmaya devam ederse, bu eylem dayanağını CMK’nın 134. maddesinden aldığı için hukuka aykırı sayılmayacaktır. Diğer bir ifadeyle, yasaların verdiği yetkiye dayanarak bilişim sistemine müdahale edilmesi durumunda eylem artık hukuka aykırı olarak kabul edilmeyecektir. 5651 sayılı Kanun veya CMK’nın 134 ve 135. maddeleri gereğince bu görevleri yapmak zorunda olan kişilerin eylemleri bu kapsamda değerlendirilecektir39.

Mağdurun rızası ya da yasayla verilen yetki, eylemi hukuka uygun hale getirecektir. Kişinin, sistemin sahibi ya da ilgilisi tarafından verilen bir izne dayanarak sisteme girmesi veya sistemde kalmaya devam etmesi ya da kamu görevlisinin yasadan aldığı yetkiye dayanarak aynı eylemi gerçekleştirmesi durumunda suç oluşmayacaktır40. Mağdurun rızasına dayanan hukuka uygunluk sebebinde rızanın suçun işlendiği sırada bulunması gerekir41; bu rızanın açık ya da zımni şekilde verilmesi aranmaz42. Örneğin kişinin bilgisayarının başından kalkarak arkadaşına “şunun sorununa bir baksana” demesi durumunda, bilişim sistemine girilmesine ve orada kalınmasına izin verilmiş demektir. Ancak her somut olayda bu şekilde bir rızanın olup olmadığı değerlendirilmelidir43. Normal olarak aralarında ilişki bulunmayan bir kişinin başkasının sistemine girmesinde rıza ve onayının bulunmadığı kabul edilmelidir. Böyle bir durumda sisteme giren, rızanın varlığını ispat etmek durumundadır. Rızanın bulunduğu hallerde de bunun sakatlanmamış bir irade ürünü olması aranacak, iradeyi sakatlayan nedenlerin (hata, hile, cebir, korkutma) varlığı halinde rızanın varlığından söz edilemeyecektir44.

Suç şikâyete bağlı olmadığından, mağdurun rızası eylem öncesinde elde edilmiş olmalıdır. Eylem sonrası onaylama, şikâyetçi olmama, oluşan suçu ortadan kaldırmaz ve  soruşturma ve kovuşturmayı engellemez45.

Fiilin hukuka aykırı bir biçimde işlenmiş olması gerekmektedir. Sistemin ya da bir parçasının sahibi ya da başka hak sahiplerinin izniyle yapılan erişim (örneğin ilgili bilgisayar sisteminin izinli olarak test edilmesi ya da korunması amacıyla) suç olarak tanımlanamaz. Ayrıca kamunun ücretsiz ve açık erişimine izin veren bilgisayar sistemlerine erişim suç olarak tanımlanamaz. Spesifik teknik araçların uygulanması, iletişim amacıyla bilginin yerinin saptanması ve elde edilmesi için doğrudan ya da -deep-link ya da cookie ya da bot uygulanması da dâhil olmak üzere- hypertext linkleri yoluyla bir web sayfasına erişim yol açabilir. Bu araçların uygulanması tek başına “haksız” erişim kapsamına girmez. Kamuya açık bir web sitesinin işletilmesi, web sitesinin sahibinin siteye başka bir web kullanıcısının erişmesine izin verdiği anlamına gelir. Yaygın olarak uygulanan iletişim protokol ve programlarında sunulan standart araçların uygulanması, özellikle “cookie” örneğinde olduğu gibi, erişilen sistemin hak sahibinin ilk yüklemeyi reddetmeyerek ya da daha sonra uygulamayı kaldırmayarak bunların uygulanmasını kabul ettiğinin düşünülebileceği durumlarda, tek başına hukuka aykırı işlenmiş bir fiil değildir46.

Sisteme girme veya sistemde kalmaya devam etme konusunda şifrenin konulmamış olması, rıza olduğu anlamını taşımaz. Örneğin bir kimse komşusuna bilgisayarı kendi evine bırakması için verse, o kişide şifre içermeyen bilgisayarı açarsa, bu durumda rızaya aykırı hareket mevcut olduğundan anılan suçun oluştuğu kabul edilecektir47.

Rıza, ancak hak sahibi olan kimse tarafından verilebilir. Örneğin bir bankanın personeline sisteme girebilmesi için şifre verilmesi, ancak bu personelin şifreyi bankayla ilgisi olmayan bir kişiye vermesi ve şifreyi alan kişinin sisteme girmesi halinde, sisteme giriş için gerekli rıza yetkili kişi tarafından verilmediğinden personelden şifreyi alan kimsenin sisteme girmesi suç olacaktır48. Çünkü şifre o banka memuruna görevinin gereği olarak verilmiştir49.

Mağdurun rızasıyla sisteme girildikten sonra, mağdurun rızasını kaldırmasına rağmen failin sistemden çıkmaması halinde suç oluşur. Çünkü mağdurun rızasının, eylemi hukuka uygun hale getirebilmesi için failin hem bilişim sistemine girmesi hem de orada kalmaya devam etmesi sınırlarını kapsaması gerekir. Mağdurun rızasının kalkması halinde failin “ben sisteme mağdurun rızası ile girdim, artık mağdurun rızası olmasa da sistemde kalmaya devam edebilirim” şeklindeki düşüncesinin eylemi hukuka uygun hale getirmeyeceği açıktır.

Bilişim sisteminin sahibinin rızası olmaksızın failin sisteme girdiği veya orada kaldığı sırada, sistem sahibi rıza verirse, bu durumda suçun mütemadi bir suç olduğu ve temadi kesilene kadar hareketin de devam ettiği kabul edilecek olursa, suç henüz tamamlanmadan verilen rızanın eylemi hukuka uygun hale getirdiği söylenebilir50.

Hukuka aykırılık bakımından, bu suça ilişkin özellikle üzerinde durulması gereken bir başka konu ise bir bilişim sistemine bağlı olarak internet üzerinden erişilebilen internet sayfalarına ilişkindir. Nitekim bazı internet sayfalarında kişilere ait birtakım bilgiler bulunmakta ya da bireylere birtakım hizmetler sunulmaktadır. Herhangi bir şifreli koruma olmaksızın bu tür sayfalara erişim sağlanması halinde de bu fiillerin suç teşkil edip etmeyeceği düşünülebilir. Eğer sadece belirli kimselerin sayfaya giriş yapabilmesine yönelik bir şifreleme yöntemi kullanılmamışsa, bu durumda söz konusu sayfalara giriş yapılması ve içeriğinin öğrenilmesi bu suçu oluşturmaz. Nitekim sanal ortamda bir sayfa oluşturup hiçbir şifreleme yapmaksızın bunun içeriğine hiç kimse tarafından erişilmemesini istemek, sokağa bir ilan asıp bunu kimsenin okumamasını talep etmek gibidir. Söz konusu kimse zaten bu verileri şifrelemeksizin internet ortamına koymakla aleniyetini sağlamış ve kamunun bilgisine/hizmetine sunmuş olmaktadır. Bu nedenle bu tür erişimler söz konusu suçu oluşturmaz51.

VI. Soruşturma Ve Delil Toplama Yöntemi

Bilişim sistemine hukuka aykırı olarak girme veya sistemde kalma suçunun takibi şikâyete bağlı değildir. Cumhuriyet savcısı ihbar veya başka bir suretle suçun işlendiği izlenimini veren bir hali öğrendiği anda gerekli araştırma ve delil toplama sürecini tamamlayacak ve kamu davası açılmasını gerektirir yeterlilikte delil elde ederse iddianame düzenleyecektir. Ceza yargılamasında maddi gerçek arandığı için şekli olarak sadece IP kullanıcısının tespiti ile açılan davalarda eksik soruşturma söz konusu olmaktadır52. Bilişim sistemine girme işlemlerini gerçekleştiren IP kullanıcısı tespit edilip fiil ve faille irtibatının değerlendirilmesi; IP kullanıcısının suç tarihinden önce ve sonra kullandığı GSM hatlarının tespiti ile faille görüşme yapıp yapmadığının araştırılması gerekir. Ayrıca modem hattının kablolu olup olmadığı araştırılıp kablosuz olması halinde hattın güvenliği için gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı, internet bağlantısına dışarıdan girilip girilemeyeceği, IP numarasının değiştirilmesinin mümkün olup olmadığı, bilgisayara veya cep telefonuna virüs gönderilerek bilgilerinin alınıp alınmadığı, internet erişimlerine servis sağlayıcısının aynı bilgisayar için her seferinde farklı bir numara belirlemesi gerekirken aynı IP numarasının farklı bilgisayarlara verilebilmesinin mümkün olup olmadığı hususlarının tespiti ile modem ve bilgisayarlarla ilgili olarak uzman bilirkişiler tarafından hazırlanacak inceleme raporu çıkartılarak suç tarihine kadar yapılan işlemler ve elektronik izlerin tespit edilmesi gerekmektedir. Her olayın somut özelliklerine göre soruşturma yapılarak maddi gerçeğin ortaya çıkarılması gerekir. Nitekim Yargıtay’ın aynı doğrultudaki bir kararında şöyle denilmektedir: “Sincan Cumhuriyet Başsavcılığının 03.01.2011 tarihli iddianamesiyle, sanık hakkında katılan adına internette facebook hesabı açıp resim yüklediğinin iddia olunması karşısında; sanığın eyleminin sabit görülmesi halinde sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme suçu kapsamında değil, TCK’nın 136/1’inci maddesinde düzenlenen verileri hukuka aykırı olarak verme veya ele geçirme suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, ancak sanığın, evinde internet sistemini kablosuz olarak kullandığı, ilk sıralarda internete girdiğinde oluşturduğu bir şifresinin olmadığı, bu nedenle kablosuz erişim olanağı dikkate alındığında belli bir mesafede herhangi bir kimsenin de kendisine ait internet sistemi üzerinden internete erişim olanağının var olduğunu öğrendiği, bu kişilerden herhangi birisinin muhtemelen yaptığı, kendisinin kesinlikle böyle bir şey yapmadığı, müştekiyi hiç tanımadığı, interneti kendisi dışında kullanan olmadığı, suçlamayı bu nedenle kabul etmediği, sonradan şifre kullanmaya başladığı, 2 aydır şifre ile internete girdiği yönündeki savunması ile bilişim uzmanı bilirkişi raporunda, facebook şirketinin merkezinin ABD de bulunduğu, Türkiye’de temsilciliği bulunmadığı, bu yüzden söz konusu adrese ait log kayıtlarının tespit edilebilmesinin mümkün olmadığı, sanığın kablosuz modemle internet erişimi sağladığı, şifresiz kullandığını beyan ettiği, bu nedenle yaklaşık 200 metre çevresinde bulunan herhangi birisinin eylemi gerçekleştirmiş olabileceği, sanığa ait bilgisayar hard diskinde yapılan incelemede dava konusu olay ile ilgili herhangi bir bulguya ulaşılamadığının belirtilmesi karşısında, sanığa atılı suç sabit olmadığından beraatına karar verilmesinde isabetsizlik görülmemiştir”53.

Gelişen ve çeşitlenen teknoloji nedeniyle araştırma ve soruşturma görevlilerinin nitelik ve niceliklerinin artırılması gerekmekte olup, delil toplama tekniklerinin teknolojiye uygun olarak geliştirilmesi ve delillerin titizlikle araştırılması şarttır54. Aksi takdirde bilişim sistemine hukuka aykırı olarak girme ve sistemde kalma suçu etkin bir şekilde soruşturulamayacak ve failler cezasız kalacaktır. Faillerin delilleri karartma kolaylığı göz önünde tutulduğunda delillerin ivedi olarak tespit edilmesi için belirtilen suça ilişkin nasıl delil elde edileceğinin yasal düzenlemeler yapılarak sistematik olarak ortaya konulması gerekmektedir.

Somut olayın özelliklerine göre değişen delil toplama teknikleri kullanılmalıdır.  Örneğin e-posta adresi kullanıcısının erişiminin engellendiğine ilişkin şikâyeti üzerine öncelikle erişimi engellenen adresin şikâyetçiye ait olup olmadığı saptanmalı, bu husus ilgili internet sağlayıcısından sorularak adresin oluşturulma tarihi, kim tarafından oluşturulduğu ve IP (İnternet Protokolü) numarası sorulmalıdır. Servis sağlayıcı şirketten de erişimin engellediği iddia olunan tarih/tarihler ve takip eden günlerde e-posta adresine giriş yapılıp yapılmadığı, erişim sağlanmışsa IP bilgileri, bu tarihler itibariyle e-posta adresine ait şifrenin değiştirilip değiştirilmediği, değiştirilmiş ise ne zaman ve hangi IP numarası ile yapıldığı araştırılmalıdır. İlgili Telekom Müdürlüklerinden, sisteme giriş yapan veya başarısız olan IP numaraları kullanıcılarının adres ve telefon bilgileri istenip loglar üzerinde inceleme yapılmalıdır. Erişimin sağlanamaması halinde, giriş yapmak isteyenler arasında şikâyetçinin de bulunup bulunmadığının IP numarasından tespit edilerek iddianın doğruluğu belirlenmelidir. Şikâyetçiye ait e-posta adresine veya ele geçirilen adresten başkalarına görüntü, yazı veya ses kaydı gönderildiğinin iddia olunması halinde ise, bu husus/hususlar üzerinde durulup gerekli tespitler yapılıp örnekleri de alınarak soruşturma dosyasının içine konulmalıdır. Şikâyetçi ve şüpheliye ait bilgisayarlara el konulup harddiskler incelenerek bilgisayarlar arasında bağlantı ve veri akışı olup olmadığı saptanıp olaya ilişkin bilgi sahipleri ile ele geçirilen adres kullanılmak suretiyle görüntü ve yazı gönderilerek ulaşılan adres sahipleri tanık sıfatıyla dinlenmelidir55.

DİPNOTLAR

1          Karakehya, H, Türk Ceza Kanunu’nda Bilişim Sistemine Girme Suçu, TBB Dergisi, S:81, 2009, s. 2.

2          Kadir, Rizgar Mohammed, “The Scope and the Nature of Computer Crimes Statutes – A Critic Comparative Study”, German Law Journal, Vol.11 No.6, June 2010, s. 626 (akt-Erdoğan, s. 318).

3          Dülger, s. 318.

4          TCK’nın 243. maddesinin gerekçesi.

5          Taşdemir, s. 255.

6          Bkz. Karagülmez, s. 197.

7          Artuk /Gökçen / Yenidünya, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 9. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara 2008, s. 25.

8          Artuk/Gökçen/Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Şerhi, s. 4631; Yazıcıoğlu, “Hukukumuzda TCK’nın 243’üncü Madde Kapsamında Bilişim Sistemine Girme Eylemi”, s.82; Yaşar / Gökçan /Artuç, s. 6742; Öngören, İnternet Hukuku, s. 46; Dülger, s. 40; Ketizmen, s. 81; Özbek ve diğerleri, s. 906;  Erdağ, İ, “Ekonomi, Sanayi ve Ticarete İlişkin Suçlar-Bilişim Alanında Suçlar” http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/makale/100. doc,., s. 20; Erdoğan, s. 125; Karagülmez, s. 202; Bayındır, s. 62.

9          Yaşar/ Gökçan/Artuç, s. 6743; Ketizmen, s. 106; Artuk /Gökçen/Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Şerhi, s. 4633.

10       Yargıtay 1. CD, 26.03.2009 gün ve 2009/18190-3058 esas ve karar sayılı ilam.

11       Erdoğan, s. 127.

12       Yargıtay 8. CD, 03.11.2014 tarih, 2014/21702 esas ve 2014/24201 karar sayılı ilam.

13       Soyaslan, s. 609.

14       Erdoğan, s. 126.

15       Yazıcıoğlu, Hackerler  ve Bilişim Sistemine Girme Suçu, s. 1256.

16       Karagülmez, s. 207.

17       Artuk/Gökcan/Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Şerhi, s. 4631.

18       Erdoğan, s. 127.

19       Yargıtay 4. CD, 27. 02. 2015 tarih, 2014/30065 esas ve 2015/22375 karar sayılı ilam.

20       Eralp, Özgür, “Bilişim Sistemine Girme”, s. 6, Ağustos 2011, Ankara, www.ozgureralp.av.tr, (Erişim Tarihi:12.09.2015)

21       Dülger, s. 341; Özbek ve diğerleri, s. 910.

22       Yargıtay 8. CD, 9.06.2014 tarih, 2014/5592 esas ve 2014/14132 karar sayılı ilam.

23       Karakehya, s. 14.

24       Karakehya, s. 13.

25       Erdağ, s. 20.

26       Dülger, s. 361.

27       Karakehya, s. 15.

28       Karakehya, s. 14.

29       Taşdemir, s. 260.

30       Failin tesadüfen bir bilişim sistemine girmesi ancak bunu fark ettiği halde sistemde kalmaya devam etmesi halinde suç oluşur. (Taşdemir, s. 260.)

31       Taşdemir, s. 260; Özbek ve diğerleri, s. 912-913; Dülger, s. 357.

32       Dülger, s. 357; Erdoğan, s. 157; Özbek ve diğerleri, s. 913; Karagülmez, s. 208.

33       İçel, Kayıhan, “Avrupa Siber Suç Sözleşmesi Bağlamında Avrupa Siber Suç Politikasının Ana İlkeleri”, İÜHFM, C:LIX, S: 1-2, 2001, s. 9.

34       Özbek ve diğerleri, s. 912; Doğan, s. 297.

35       Taşdemir, s. 260.

36       Kurt, s. 159; Doğan, s. 297.

37       Karakehya, s. 15.

38       Doğan, s. 297.

39       Eralp, s. 11.

40       Dülger, s. 367.

41       Taşdemir, s. 259.

42       Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6747.

43       Erdoğan, s. 159.

44       Malkoç, s. 2066.

45       Malkoç, İsmail, Yeni Türk Ceza Kanunu, C II, Malkoç Kitabevi, Geliştirilmiş 3. Bası, Ankara 2008, s. 2067.

46       Eralp, s. 6.

47       Ergün, İsmail, Siber Suçların Cezalandırılması ve Türkiye’de Durum, Adalet Yayınevi, Ankara 2008.

48       Erdoğan, s.159.

49       Taşdemir, s. 259.

50       Özbek ve diğerleri, s. 912; Erdoğan, s. 160.

51       Karakehya, s. 16-17.

52       Yargıtay 13. CD, 26.02.2015 tarih, 2014/15995 esas ve 2015/3124 karar sayılı ilam.

53       Yargıtay 12. CD, 16.06.2014 tarih 2013/28893 esas ve 2014/14700 karar sayılı ilam.

54       Yargıtay 12. CD, 6.04.2015 tarih, 2014/23220 esas ve 2015/5842 karar sayılı ilam.

55       Yargıtay 8. CD, 3.11.2014 tarih, 2014/21702 esas ve 2014/ 24201 karar sayılı ilam.

Bilişim Sistemi Engelleme, Bozma, Verileri Yok Etme Veya Değiştirme Suçlarının Benzer Suçlarla İlişkisi

1. Dolandırıcılık Suçu İle İlişkisi

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 157. maddesinde düzenlenen dolandırıcılık suçu, hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına yarar sağlama olarak tanımlanmıştır.

Türk Ceza Kanunu’nun 158/1-f. maddesinde, bu suçun bilişim sistemlerinin, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle işlenmesi, cezanın arttırılması gereken nitelikli hal olarak yer almıştır. Bu maddede suçun iki ayrı nitelikli hali düzenlenmiştir. Bunlardan birisi suçun bilişim sistemleri kullanılarak işlenmesi, diğeri ise banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanması suretiyle işlenmesidir1. Hileli davranışla mağdurun gerçek hakkında yanlış bir düşünce ve inanca sahip olması sağlanmakla2 bir zarar meydana gelmelidir.

Bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık suçunda, verileri otomatik işleme tabi tutma olanağı veren sistemler araç olarak kullanılıp gerçek kişiler aldatılarak çıkar sağlanmaktadır3.

Uygulamada Türk Ceza Kanunu’nun 158/1-f. maddesinde düzenlenen dolandırıcılık suçu ile 244/4. maddesinde düzenlenen ve bir tali norm niteliğinde olan bilişim sistemlerine karşı işlenip -başkaca bir suç oluşturmaması halinde- kendisi veya başkası yararına haksız çıkar sağlanması fiilinin cezalandırılmasını amaçlayan suçun sıklıkla karıştırıldığı görülmektedir. Bu noktada önemli olan husus, failin hareketinin yöneldiği kişidir. Nitekim buna ilişkin bir Yüksek Mahkeme kararında, “Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunu oluşturan hareketlerin gerçek bir kişiye yöneltilmiş olması, onun hile ile kandırılarak haksız menfaat elde edilmesi gerekmekte olup, gerçek bir kişiyle karşı karşıya gelmeden, yüz yüze veya telefon, bilgisayar gibi bir başka vasıta kullanılarak görüşmeden, konuşmadan, hileli davranışlarla gerçek kişiler dolandırılmadan sadece bilişim sistemi kullanılarak doğrudan doğruya çıkar sağlanması halinde bilişim sistemine girerek haksız çıkar sağlama suçu oluşacaktır” şeklinde hüküm kurulmuştur.

Aynı şekilde buna benzer Yüksek Mahkeme kararlarında bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılarak gerçek kişiye yönelik iletişimi gerektiren dolandırıcılık suçunun işlenmesine ilişkin muhtelif detaylı emsal kararlar göze çarpmaktadır: “Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için failin bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hileli davranışlarla hataya düşürüp, onun Dr. Cengiz APAYDIN Cumhuriyet Savcısı İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı HUKUK Bilişim Sistemi Engelleme, Bozma, Verileri Yok Etme Veya Değiştirme Suçlarının Benzer Suçlarla İlişkisi veya başkasının zararına, kendisine veya başkasına yarar sağlaması gerekmektedir. Hile, nitelikli bir yalandır. Fail tarafından yapılan hileli davranış belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun inceleme olanağını ortadan kaldıracak nitelikte bir takım hareketler olmalıdır. Kullanılan hileli davranışlarla mağdur yanılgıya düşürülmeli ve bu yanıltma sonucu yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya bir başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hilenin kandırıcı nitelikte olup olmadığı somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmeli, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılan hilenin şekli, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmalıdır. Somut olayda; sanığın www.sahibinden. com adlı internet sitesi aracılığıyla araç satışı için ilan verdiği, katılanın, bu ilanı görerek sanığı ilanda gösterilen cep telefonundan aradığı, sanığın 11.08.2008 ve 12.08.2008 tarihlerinde olmak üzere eşi hastanede olmasından dolayı acilen paraya ihtiyacı olması, hastaneden çıktıktan sonra kendisinin yanına gelmesi için parasının kalmaması gibi bahanelerle üç defa ayrı ayrı kapora dışı bedel olarak toplam 2.500.00 TL parayı katılandan istediği, katılanın, parayı, sanığın PTT hesabına gönderdiği eylemde, bilişim sisteminin aracı kılınması suretiyle dolandırıcılık suçunun oluştuğuna yönelik kabulde bir isabetsizlik görülmemiştir.”4

Görüldüğü üzere Yargıtay, TCK’nın 244/4. maddesi ve TCK’nın 158/1-f. maddesi arasındaki farkı ortaya koyarken, gerçekleştirilen eylemin kime veya neye karşı gerçekleştirildiği kriteri üzerinden hareket etmektedir. Buna göre bilişim sistemi kullanılarak hile ile bir kişiden haksız menfaat sağlanmış ise eylem TCK’nın 158/1-f. maddesinde belirtilen nitelikli dolandırıcılık suçunu oluşturacaktır5. Yargıtay’ın aynı doğrultudaki bir diğer kararında şöyle denilmektedir: “Bilişim sisteminin aldatılmasından söz edilemeyeceği için, ancak bu sistemin araç olarak kullanılarak bir insanın aldatılması, yani dolandırılması halinde bu bendin uygulanması mümkündür. Aksi halde, yani sisteme girilerek bir kişi aldatılmayıp sistemden yararlanılarak çıkar sağlanmışsa bilişim suçu veya bilişim sistemi kullanılmak suretiyle hırsızlık suçunun oluşması söz konusu olacaktır. 

Bilişim sisteminden maksat, verileri toplayıp yerleştirdikten sonra bunları otomatik işlemlere tâbi tutma olanağı veren manyetik sistemlerdir. Günümüzde bilişim sistemleri ile sesli-görüntülü haberleşme, elektronik imzanın kabulü, yeni ticari ilişkiler, internet bankacılığı hizmeti ile para transferleri ve bunlar gibi pek çok yenilik toplumsal hayata girmiş, bilişim gerek iş gerekse günlük hayatta vazgeçilemeyecek kadar önemli bir noktaya ulaşmış, bilişim teknolojileri daha hızlı ve ucuz bir nitelik arz etmesi nedeniyle, klasik yöntemlere nazaran daha fazla tercih edilir duruma gelmiştir. Bu sistemlerin güvenle kullanılması, aynı anda hızlı ve kolayca birçok kişi tarafından ulaşılması ve diğer taraftaki failin kontrol imkânını azaltması nedeniyle nitelikli hal sayılmıştır. İnternet üzerinden verdiği satılık otomobil ilanında kendisini Muzaffer ismi ile ve subay olarak gösteren sanığa ilandaki iletişim bilgilerinden ulaşan katılanın, sanık ile otomobilin kendisine satışı hususunda anlaşması, sanığın talebi üzerine suç tarihinde ilki 990,00 TL birkaç saat sonra ise 2.000,00 TL olmak üzere 2.990,00 TL parayı kaparo bedeli olarak sanığın bildirdiği PTT hesabına yatırmasının ardından katılanın bir daha sanığa ulaşamaması şeklindeki eylem, 5237 sayılı TCK’nın 158/1-f. maddesinde düzenlenen bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık suçunu oluşturmaktadır.”6

2. Hırsızlık Suçu İle İlişkisi 

Türk Ceza Kanunu’nun 141’inci maddesinde düzenlenen hırsızlık suçu, “zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden almak” şeklinde tanımlanmıştır. Türk Ceza Kanunu’nun 142/2-e. maddesinde ise hırsızlık suçunun bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle işlenmesi, cezanın arttırılması gereken nitelikli hal olarak yer almıştır. 

Türk Ceza Kanunu’nun 244/4. maddesi bir yardımcı (tali) norm olarak düzenlenmiş olup, bilişim sistemlerine müdahale şeklinde vuku bulan bir suç nedeniyle haksız bir yarar elde edilmesi durumunda nitelikli hırsızlık suçunun mu yoksa madde 244/4’de düzenlenen suçun mu oluşacağına, somut olayın özelliklerine göre karar verilmelidir.

Bu noktada yararın sağlandığı anın saptanması, oluşan suçun tespiti açısından önem kazanacaktır. Taşınır malın elde edilmesinden evvel yarar sağlanmıyorsa hırsızlık suçunun, yararın sağlanması malın alınmasından önceki bir aşamada meydana gelmişse ve malın elde edilmesi ikincil bir durum olarak ortaya çıkıyorsa TCK’nın 244/4. maddesinde yer alan suçun oluştuğundan bahsetmek mümkün 45 HUKUK 46 HUKUK olacaktır. Bu noktada örneğin bir bankanın bilişim sistemine müdahale etmek suretiyle para çekme cihazlarından banka ya da kredi kartı kullanılmaksızın para çekilmesi halinde nitelikli hırsızlık suçu meydana gelecektir7.

Bu tartışma, Yüksek Mahkeme kararlarında da şu şekilde yer almıştır: “Temyiz davasına konu olan olayda sanık, bilişim sistemine zarar verme veya verileri yok etme, bozma, erişilmez kılma amacıyla hareket etmemektedir. Hedefi bilişim sistemi olmayıp, amacı bilişim sistemini kullanarak şikâyetçinin bankadaki parasını çalmak, ele geçirmektir. Tamamıyla malvarlığına yöneliktir. Bu amaçla yeni şikayetçinin parasına ulaşmak için bankanın sistemine girmiş, banka sistemi ve verilere yönelik bir eylemde bulunmamış, hesaptaki parayı kendi hesabına havale etmiştir. Hırsızlık suçu bilişim sisteminden yararlanılarak işlenmiş olup, dolaylı bilişim suçu mevcuttur ve sanığın eylemi 244/4. maddedeki suça uygun olmayıp, daha ağır cezayı gerektiren 142/2-e. maddedeki suça uygun bulunmaktadır.”8

Yargıtay’ın aynı doğrultudaki bir diğer kararında şöyle denilmektedir: “Sanıkların haksız bir şekilde ele geçirdikleri yakınana ait internet bankacılık şifresini kullanmak suretiyle, yakınanın Akbank Yalova Şubesi’nde bulunan hesabından, sanık Ali tarafından olay günü sabah saatlerinde açtırılan İş Bankası Meşrutiyet Şubesi’ndeki banka hesabına önce 50.000 TL EFT yaptıkları, aynı gün sanık Ali’in parayı hesaptan çekmek üzere bankaya geldiği sırada yapılan hukuka aykırılığı tespit eden Akbank Yalova Şubesi’nin uyarısı ile İş Bankası Meşrutiyet Şubesi’ndeki yetkililerin parayı sanığa vermeden kolluğu arayarak sanığın yakalanmasını sağladıkları, daha sonra da diğer sanık Arif’in sanık Ali ile buluşma yerinde kolluk görevlilerini görünce kaçmaya başladığı ancak kovalamaca sonucu yakalandığı, bu şekilde gerçekleşen eylemde yakınanın banka hesabında bulunan parasına ulaşmak için bilişim sistemlerini araç olarak kullanan sanıkların eyleminin Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.11.2009 tarih ve 11-193/268 sayılı kararında da ayrıntıları açıklanan 5237 sayılı TCK’nın 142/2-e. maddesine uyan suçu oluşturduğu gözetilmeden yazılı biçimde 5237 sayılı TCK’nın 244/4. maddesi ile uygulama yapılması, bozmayı gerektirmiştir.”9 

Yargıtay’ın aynı kapsamdaki bir diğer kararında da şöyle denilmektedir: “Sanıkların birlikte mağdur Egemen’e ait Yapı Kredi Bankası İkinci Site Şubesi’ndeki hesabından bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle …….. Derneği hesabına para aktarıp, çok sayıda kontör almaları şeklindeki eylemlerinin 5237 sayılı TCK’nın 142/2-e. maddesinde düzenlenen bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle hırsızlık suçunu oluşturduğu gözetilmeden suç vasfının hatalı değerlendirilmesiyle aynı Kanunun 244/4. maddesinden hüküm kurulması, bozmayı gerektirmektedir.”10

3. Belgede Sahtecilik Suçu İle İlişkisi

Bilişim sistemlerine karşı işlenen suçlarla belgede sahtecilik suçları, tıpkı nitelikli hırsızlık ve nitelikli dolandırıcılık suçları gibi tali norm ve asli norm ayrımı noktasında tartışmalara neden olmaktadır.

Konuyla ilgili bir Yargıtay kararında suç tasnifi yaparken sanığın kastının dikkate alınarak buna göre hüküm kurulması yönünde görüş belirtilmiştir. (Yargıtay 11. CD, 10.01.2013 tarihli, 2010/5864 esas ve 2013389 sayılı karar) Gerçekten de, resmi belge, kamu görevlisi veya hukuken yetkili kabul edilen görevli tarafından yasa gereğince yerine getirdiği fonksiyona dayanılarak düzenlenen, hukuki bir hüküm ifade eden, bir hakkın doğumuna, bir olayın kanıtlanmasına yarayan belgedir. Bu itibarla, bir belgeden söz edebilmek için öz ve biçimsel koşulları taşıması ve belgenin aldatıcılık yeteneğinin de bulunması gerekir. Yüksek Mahkeme kararına konu olayda, bilgisayar sistemine girilerek bazı sınav sonuçlarının değiştirilmesinden ibaret eylemin 5237 sayılı TCK’nın 244. maddesindeki bilişim suçunu, bu değişikliğe dayanarak hukuki sonuç doğurucu bir belge düzenlemek eyleminin ise sanığın kastına bağlı olarak kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği ya da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturması kaçınılmaz olacaktır.

4. Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle İlişkisi

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 155. maddesinde güveni kötüye kullanma suçu, “başkasına ait olup da muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyetliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma veya bu devir olgusunu inkâr etme” olarak tanımlanmıştır.

Söz konusu suçla korunan hukukî değer, kişinin mülkiyet hakkıdır. Ancak suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen kişi (fail) arasında bir sözleşme ilişkisi mevcut olmalıdır. Bu ilişkinin gereği olarak taraflar arasında mevcut olan güvenin korunması gerekmektedir. Bu mülahazalarla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar, cezai yaptırım altına alınmıştır11. 

Bu nedenle, tıpkı bilişim suçlarının diğer suçlarla olan ilişkisinde olduğu gibi, güveni kötüye kullanma suçunda da hareketin güveni kötüye kullanma suçu mu yoksa TCK’nın 244/4. maddesinde tali norm şeklinde düzenlenen bilişim sistemlerini kullanarak yarar sağlama suçunu mu oluşturacağı tartışma konusu olacaktır. Kanaatimizce fail ile suçun mağduru arasında hukuka uygun bir sözleşmeye dayalı ilişki bulunduğu takdirde, asli norm niteliğinde olan güveni kötüye kullanma suçunun oluştuğunu söylemek mümkündür. Güveni kötüye kullanma eyleminin müeyyidesinin az olması gerekçe gösterilerek, TCK’nın 244/4. maddesinde düzenlenen suçla birlikte işlenmesi halinde uygulanamayacağı şeklinde bir yorumla hareket etmek hukuki olmayacaktır. Çünkü TCK’nın 244/4. maddesinde eylemin başka bir suçu oluşturmaması halinde uygulanabileceği açıkça düzenlemiştir.

Sonuç

Modern bilgi toplumunda bilgisayar ve internet kullanımının artması sonucu siber suçların sayısı ve nitelikleri hızla değişmektedir. Bilgisayar sistemlerine karşı hackleme, verileri değiştirme, verilere zarar verme, verileri erişilmez kılma ve manipülasyon gibi eylemler, gelişen teknoloji ile birlikte kanuni düzenlemelerin ötesinde öngörülemeyen şekilde yaygınlaşmaktadır. Çağdaş yaşam ekonomik, sosyal ve teknik olarak birbiriyle ilişki içe47 HUKUK risindedir. Bilişim yoluyla işlenen suçların önlenebilmesi ve cezalandırılabilmesi için etkin ve verimli bir ceza politikası oluşturulması gerekmektedir. Bilişim suçlarında zaman ve yer kavramı değişkenlik arz etmektedir. Bilişim suçlarının yurt dışındaki veri ağları üzerinden veya ülke içerisinde ancak sahte kimliklerle açılmış hesaplarla yapılması faillerle mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Bu nedenle ulusal ya da uluslar üstü bilişim soruşturmaları için demokratik hukuk devletinin gereklerine uygun bir şekilde uluslar arası işbirliğini sağlayacak kanuni düzenlemelerin ve antlaşmaların yapılması gerekmektedir.

Bilişim sistemini engelleme, bozma, verileri yok etme veya verileri değiştirme suçları ile mücadele ederken klasik soruşturma yöntemlerinin dışına çıkılması şarttır. Hukuka uygun yöntemlerle elde edilecek delillere nasıl ulaşılacağı ve bu delillerin neyi temsil ettiği standardize edilerek geliştirilmeli ve sistematik hale getirilmelidir. Ceza muhakemesi alanında kaynak veri iletişiminin denetimi, telekomünikasyon ile soruşturma organlarının işbirliği, veri teslim etme yükümlülüğü ve şifre çözmeye yönelik yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca dijital delil kavramının tanımlanması ve yapısı gereği ivedilikle tespit yapılması gerektiğinden bu konuda yasal bir düzenleme yapılması şarttır.

Hakim, Cumhuriyet savcısı ve adli kolluk görevlilerince araştırma ve soruşturma yöntemi tam olarak bilinmeyen bilişim suçlarına ilişkin soruşturma ve kovuşturmalarda, hukuk ihlallerine sebebiyet verildiği gibi, haksız yere suçlanan kişilerin mahkumiyetlerine ve gerçek suçluların da cezasız kalmalarına neden olunmaktadır. Bu tür hukuk ihlallerinin önüne geçilebilmesi için, bilişim suçlarını soruşturan ve yargılayan makamların bilişim alanında hangi kavramın neyi temsil ettiği veya hangi delilin hangi amaçla araştırılması gerektiğini bilecek düzeyde teknik bilgiye sahip olması gerekmektedir. Bu amaçla, bilişim suçlarına ilişkin yargılama yapan özel mahkemeler ve bilişim suçlarını soruşturan Cumhuriyet savcıları için de özel bürolar kurulması gerekir. Özel bir mahkeme veya büro kurup, bu konuda bilgi sahibi hakim ve savcıların görev yapmalarını sağlamanın yanında ayrıca bilişim sistemleri konusunda eğitimli, özel olarak görevlendirilmiş, teknik bilgiye sahip ve hukuka uygun her türlü soruşturma taktik ve tekniklerini bilen adli kolluk görevlilerinin, Cumhuriyet savcılarının koordinesinde adli bilişim ve iletişim uzmanları ile birlikte hareket edebilecekleri soruşturma yöntemi yasallaştırılmalıdır. Soruşturmalar bizzat Cumhuriyet savcıları ve onların denetimi altındaki özel adli kolluk görevlileri ve adli bilirkişiler tarafından yapılmalıdır.

Bilişim sistemini engelleme, bozma, verileri yok etme veya verileri değiştirme suçlarıyla failler, mağdur olan bireylerin bilişim dokunulmazlığını, özel hayatlarının gizliliğini, iletişim ve haberleşme hürriyetlerini ihlal etmeleri ve yine internetin sağladığı kolaylıktan faydalanmak suretiyle sonuçları ağır olan müdahalelerde bulunmaları nedeniyle TCK’nın 244. maddesindeki cezalar artırılmalıdır. Çünkü bu suçun ihdasındaki hukuki yarar, bireylere ait bilişim sistemlerinin güvenli olarak işleyişi, mülkiyet veya zilyetlik haklarının korunması, bilişim sisteminin güvenilirliği ile kamu güvenliği ve kamu düzeninin korunmasıdır. Gelişen iletişim teknolojileri ve bilişim sistemleri hayatın tüm alanlarında önemli değişikliklere neden olmakta, bu teknolojilerin ve sistemlerin ortaya çıkardığı yeni iletişim şekilleri, araç ve hizmetler, hızla insanlığın tüm yaşamını etkilemeye devam etmektedir. Bilişim teknolojileri ve sistemlerinin sunduğu hizmetlerin nitelikleri gereği hem kişilerin bilişim güvenliğinin hem de kamu güvenliği ve kamu düzeninin korunması amaçlanmıştır. Suçların önlenmesi ve suçluların cezalandırılması açısından ceza hukukunun ölçülülük ilkesine uygun olarak faillerin kusurlarına ve işledikleri suçların ağırlığına uygun cezaların yasalarda yer alması gerekmektedir. TCK’nın 244. maddesindeki cezalar, bu suçlarla korunmak istenen yarara hizmet etmekten uzaktır. Özellikle uygulamada cezaların genellikle asgari hadden verildiği göz önünde tutulduğunda, bu eksiklik daha net göze çarpmaktadır. Özellikle bilişim sistemini engelleme, bozma, verileri yok etme veya verileri değiştirme suçlarının kamu görevlileri, bilgisayar tamircileri, teknik servis görevlileri, telekomünikasyon görevlileri ya da internet servis sağlayıcı görevlileri gibi sisteme girmeyi kolayca sağlayan kişilerce işlenmesi hali de cezayı ağırlatıcı sebep olarak düzenlenmelidir. 

Dipnotlar

1 Esra Hondu Acar; “5237 Sayılı TCK Kapsamında Dolandırıcılık Suçu”, (Danışman: Doç. Dr.İlhan Üzülmez), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010, s.90.

2 Özbek ve diğerleri, s. 684. 3 Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 07.10.2009 gün, 2009\1616E., 2009\11328K. Sayılı Kararı.

3 Yargıtay 15. Ceza Dairesinin 12.13.2012 gün, 2012\1704E., 2012\31436K. Sayılı Kararı. (UYAP isimli Hakim ve Cumhuriyet savcılarına Yargıtay kararlarına ulaşma imkanı sağlayan siteden alınmıştır).

4 Özbek ve Diğerleri, s. 929; Erdoğan, s. 270-271.

5 Yargıtay, 15. C.D, 18.9.2013 tarihli, 2012/97 esas ve 2013/13462 sayılı kararı.(UYAP isimli Hakim ve Cumhuriyet savcılarına Yargıtay kararlarına ulaşma imkanı sağlayan siteden alınmıştır).

6 Ketizmen, s.227.

7 Yargıtay,11.C.D, 07.10.2009 tarihli, 2009/1616 esas ve 2009/11328 sayılı kararı. (UYAP isimli Hakim ve Cumhuriyet savcılarına Yargıtay kararlarına ulaşma imkanı sağlayan siteden alınmıştır). 

8 Yargıtay, 2.C.D, 16.5.2013 tarihli, 2012/22679 esas ve 2013/13088 sayılı kararı. 10 Yargıtay, 2.C.D, 30.4.2014 tarihli, 2013/19876 esas ve 2014/11384 sayılı kararı. 11 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun Gerekçesi

ADALET DUYGUSU VE TOPLUMSAL YAŞAM

Adalet toplumun oksijenidir; adalet olmazsa toplum nefes alamaz, gelişemez. Demokrasi ve barış, toplumdaki bireylerin adalet duygularının gelişerek vicdanlı olabilmeleriyle mümkündür. Modern toplum adaletle gelişir. Demokratik hukuk devleti, adaletin tüm sınıflar için uygulandığı ölçüde mümkün olabilir. Adaletin yasama, yürütme ve yargı eliyle, etkin bir şekilde ve tüm bireylerin özel durumlarına uygun olarak sağlanması gerekir. Adaletli olmak, tüm bireylerin sahip olmaları gereken insani bir erdemdir. Haksızlığı tercih etmek ve kişisel yararları adaletin önünde tutmak, kişinin vicdanında yer alması gereken adalet duygusunu zedeler, bu da toplumsal düzeni bozar.

Devleti yönetenlerin, yasa yapanların, yasaları uygulayanların, yargı mensuplarının, öğretmenlerin, anne ve babaların adil olmaları gerekir. Toplumsal barış için adalet şarttır. Adaletsizlikler insanların devlete olan güvenlerini sarsar ve devlete karşı bir yabancılaşmaya neden olur. Toplumsal düzeninin işleyişinde en temel unsur, bağımsız ve tarafsız bir adalet sistemidir.

Adaletsizliği hukuken kaldırmak, ancak adaletsizlik yapanların hukuken cezalandırılmalarıyla mümkündür. Adaletsizlik yapanın hukuki olarak cezalandırılıp kamu vicdanında mahkûm edildiği bir düzende, adaletsizlik yapanların cesaretleri kırılacaktır. Hangi gerekçe ile olursa olsun, hukuk adaletsizliği korumamalıdır.

Adalet, hukuktan bağımsız ve hukukun üstünde bir kavramdır. Adaletin sözleşmeler, anayasalar, yasalar, tüzükler ve yönetmelikler yoluyla hukukun temel ilkelerine uygun bir şekilde toplumun tüm katmanlarına uygulanması gerekir. Toplumu oluşturan her bireyin adaletli olmayı önemsemesi şarttır. Bireylerin adaleti içselleştirmiş davranışları diğer bireylere örnek olmalıdır. Örneğin adil bir öğretmen, öğrencilerinin adalet duygularını güçlendirir ve öğrencilerin tüm hayatları boyunca adil olmalarını sağlayabilir. Adalet insanın kendi vicdanında gelişir, insanın kendi otokontrolünü sağlamasında önemli bir rol üstlenir. 

Adalet duygusunun gelişmesi ve topluma yayılması, hak ve özgürlük kavramlarının alanını da geliştirecektir. Adalet ideolojilerin üstündedir. İnsanların sırf insan olmaları nedeniyle doğuştan sahip oldukları temel hak ve özgürlükleri bulunmaktadır. İdeolojik dayatmalar ile temel hak ve özgürlükler ortadan kaldırılamaz.

Hukuka güven duygusunun temelinde adalet bulunmaktadır. İnsanlar sosyal, ekonomik ve teknolojik alanda bir haksızlığın mağduru olduklarında veya haksız bir suçlama ya da davayla karşı karşıya kaldıklarında, adaletin gerçekleşmesini sağlayacak hâkim ve Cumhuriyet savcıları olduğuna inanmak isterler. Bireyi diğer bireylere ve devlete karşı koruyan adalet mekanizmaları olduğunu düşünmek, insanları mutlu edecektir. Aksi durumda insanlar her an haksız bir suçlama veya davayla karşılaşabileceklerini düşünerek normal yaşamlarına devam edemezler. Hukuk sisteminin adil bir şekilde çalıştığının insanlara benimsetilmesi gerekir. Bunun yolu ise adil yasa yapmak, adil yönetim ve adil bir yargı sistemi kurmakla mümkündür.

Adaletsizliğin bireysel ve toplumsal sonuçları vardır. Aynı aidiyete sahip olan insanlara yönelik haksızlıkların hukuken cezalandırılmayıp ödüllendirilmesi halinde, aidiyet mensuplarında bir yalnızlaşma ve devlete karşı yabancılaşma söz konusu olur. Hukukun toplumsal barış ve düzeni sağlayabilmesi için haksızlığın bağımsız ve tarafsız kolluk ve yargı mensupları tarafından soruşturulması, haksızlık yapanların da adil bir soruşturma ve yargılamayla cezalandırılmaları şarttır.

Hukuk devletinin geçerli olduğu demokratik bir toplumda, halkın temel hakları güvence altına alan ve adil yargılanma hakkına uygun genel ilkelerin oluşmasını talep etme hakkı vardır.(1) Adil kararlarla toplumun adalete ve devlete olan inancı artacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki adalet duygusunun öncelikle bireylerde gelişmesi gerekir. Vicdanında adalet duygusu olmayan bireyin adil kararlara tepkisi hukuki değil, ideolojik olacaktır.

Düşünceyi ifade etme özgürlüğü, bireysel ve toplumsal açıdan çok önemlidir. Adalet kavramı siyasal, hukuksal ve toplumsal sorunların üzerinde düşünülmelidir. Bireyin kendini ifade etme özgürlüğü hayatın doğasına uygun, gerçekçi bir ihtiyaçtır. Düşünceyi ifade etme özgürlüğünün sınırları demokratik toplumun gereklerine uygun olmalıdır. Ancak bu sınırların başlayıp bittiği yerin hukuk ve özgürlük ikliminde, bağımsız ve tarafsız Cumhuriyet savcısı ve hakimlerce belirlenmesi gerekir. Birlikte yaşama kültürünü geliştiren, insanların temel haklarını koruyan ve yaşam alanlarını zenginleştiren kararlar, toplumun adalet duygusunu da geliştirecektir.

Adalet idare, hukuk ve ceza alanlarında temel ilkeleri belirleyerek bu ilkeler doğrultusunda hukuk devleti olmayı zorunlu kılar. Her bireyin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi görüş, inanç, milli veya sosyal köken, servet, statü ve diğer koşullar nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulmaksızın yönetilme hakkı vardır. Toplumda yaşayan her birey uluslararası sözleşmeler ve anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine, doğuştan sahiptir.

Adaletin gerçekleşmesinde hâkimlerin büyük rolü vardır. Bireylerin hâkimlerin bağımsız ve tarafsız olduklarına inanmaları şarttır. Ancak adaletin sadece mahkemelerce dağıtılması yeterli değildir. Yaşamın her aşamasında adil bir davranış sergilemek gerekir. Anne ve babaların, öğretmenlerin, belediye görevlilerinin, polislerin, kaymakamların, valilerin,  milletvekillerin, bakanların ve Cumhurbaşkanlarının, özetle hem devletin hem de toplumun tüm katmanlarındaki kişilerin tepeden tırnağa adil olmaları ve adil olmayı özendirmeleri gerekir. Adaletli olmanın erdem olduğu, devletin, toplumsal barışın ve kamu düzeninin temelinin adalet olduğu, en yüksek seviyeden en düşük seviyeye kadar dillendirilmelidir. Özellikle okullarda adalet ve hukuk bilinci eğitiminin yaygınlaştırılarak bireylerde hak ve özgürlükler konusunda farkındalık yaratılmalıdır. Hukuk ve adalet odaklı bir eğitim sisteminin haksızlıkların ve suçların önlenmesine veya azalmasına katkı sağlayacağı şüphesizdir.

Adaletin sağlanmasına yönelik hak arama özgürlüğünün somut düzenlemelerle uygulanabilir hale getirilmesi gerekir. Sadece yasa çıkarmak, adil bir yönetim olmak için yeterli değildir. Yasaların uygulanabilmesi ve uygulamanın yasal çerçevede yargı denetimine tabi tutulması, bu denetimin de ücretsiz olması şarttır. “Ben yaptım oldu!” şeklindeki keyfi uygulamaların, “Beğenmiyorsanız dava açın!” şeklindeki yaklaşımların hukuk ve adalet sistemine büyük zararlar verdiği gözlemlenmektedir. Keyfilik, adaletin ve hukuk devletinin en büyük düşmanıdır. Toplumu oluşturan tüm bireylerin yaşama, gelişme, korunma ve kendini ifade etme hakları bulunmaktadır. Gerekçesiz idari veya yargısal kararlarla bireylerin hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılmamalı ya da sınırlandırılmamalıdır. Kararların mantıksal dayanağını oluşturan gerekçeler somut olaya, akla, mantığa ve bilime uygun olmalıdır. Bu özellikleri taşıyan bir karar tarafları tatmin eder ve adalete olan inancı güçlendirir. Özellikle mahkeme kararları, tarafları ve herkesi inandıracak ve üst yargı denetimine olanak verecek biçimde olmalı; istinaf mahkemesi ile temyiz mahkemesinin gerekçelerle tutanak denetimini yapması ve bu açıdan disiplin işlemlerini yerine getirmesi için, kararın dayandığı tüm verilerin, bu veriler konusunda mahkemenin ulaştığı sonuçların, iddia, savunma ve tanık anlatımlarına ilişkin değerlendirmelerin açık olarak gerekçeye yansıtılması, belirsiz, kapalı ve duraksamalı söylemlerden kaçınılması ve genelleme yapılmaması gerekir. Gerekçesiz olan ve tarafları tatmin etmeyen bir karar, adil olmadığı gibi adil de gözükmez.

Hukuk ve adalet ne kadar kurumsallaşırsa hukuk ve adaletin savunulması da o kadar gerekli bir görev ve sorumluluk haline dönüşür. Hukuk ve adalet bilincinin toplumda yerleşmesiyle birlikte adalet duygusunu olumsuz etkileyen uygulamalar sorgulanarak cezalandırılır. Suç işleyen faillerin cezasız kalmaları toplum vicdanını rahatsız edecektir. Toplum, adaletin gerçekleştirilmesi için yasama, yürütme ve yargı organlarını harekete geçirir. Toplumda adaletsizliği cezalandırmak konusunda ortaya çıkan hassasiyet de devlet tarafından giderilmelidir.

Hukuk devleti ve adalet iç içedir. Eğer yasama, yürütme ve yargıda adalet yoksa hukuk devleti olunamaz. Yasa adil değilse adil bir uygulama imkânsızdır; adil olmayan bir kuralın adil bir şekilde uygulanması söz konusu olamaz. Diğer bir ifadeyle adil bir uygulama için adil bir yasa olması gerekir. Devleti yönetenlerin toplumun tüm kesimlerini adil olmaya özendirmesi şarttır.

Ana amaç, evrensel hukuk ilkelerinin anayasa ve yasalarda düzenlenerek hukuk düzeni içerisinde ve hukuki uygulamalarla adaleti gerçekleştirmektir. Hukuksal düzenlemelerin herkesin anlayacağı düzeyde açık ve belirli olması, hukuk kurallarının tam ve doğru bir şekilde uygulanmasında büyük yarar sağlayacaktır. Böylece adaletin gerçekleştiğini fark eden bireylerde iç huzur ve mutluluk oluşacaktır.

Adalet, toplumun bir arada, güvenli ve huzurlu bir ortamda yaşaması için temel şarttır. Bir ülkede yaşayan bireylerin birbirine karşı adil davranışlar sergilemelerinin yanında, ülkenin tüm yöneticileri ile tüm kurumlarının da aynı şekilde adaletten ayrılmadan görevlerini yerine getirmeleri zorunludur. Elbette adalet, bireylerin kendi başlarına sağlayamayacakları kadar önemli bir meseledir. Bu nedenle adaletin nihai sağlayıcısı ve koruyucusu devlet ve devleti yönetenlerdir.(2)

  • İnceoğlu, Sibel, Adil Yargılanma Hakkı ve Yargı Etiği, Ankara 2007, s. 7.
  • Ünal, Fatma/Kılıç, Muharrem/Topçu, Ersin/Aydın, Ufuk/Çolak, Kerem/İnan, Kubilay/Aydın, Salih/Demir, Sadi, Hukuk ve Adalet Öğretim Materyali, Çağlayan Matbaası, Devlet Kitapları, İzmir 2018, s. 14.

Uzlaştırma taraflarının sabıkalı olması uzlaştırmaya engel olur mu?

Uzlaştırma taraflarının sabıkalı olması uzlaştırmaya engel olur mu?

Uzlaştırma savcısının ifade alma, tanık dinleme, delil toplama gibi yetkileri var mı?

Uzlaştırma savcısının ifade alma, tanık dinleme, delil toplama gibi yetkileri var mı?

Uzlaşma nedir?

Uzlaşma nedir?