CEZA HUKUKUNDA YAŞ KÜÇÜKLÜĞÜ-CEZAİ SORUMLULUK

TCK Madde 31- (1) Fiili işlediği sırada on iki yaşını doldurmamış olan çocukların ceza sorumluluğu yoktur. Bu kişiler hakkında, ceza kovuşturması yapılamaz; ancak, çocuklara özgü güvenlik tedbirleri uygulanabilir. (2) Fiili işlediği sırada on iki yaşını doldurmuş olup da on beş yaşını doldurmamış olanların işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamaması veya davranışlarını yönlendirme yeteneğinin yeterince gelişmemiş olması hâlinde ceza sorumluluğu yoktur. Ancak bu kişiler hakkında çocuklara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur. İşlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılama ve bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin varlığı hâlinde, bu kişiler hakkında suç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde on iki yıldan on beş yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde dokuz yıldan on bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Diğer cezaların yarısı indirilir ve bu hâlde her fiil için verilecek hapis cezası yedi yıldan fazla olamaz. (3) Fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmuş olup da on sekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında suç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde on sekiz yıldan yirmi dört yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde on iki yıldan on beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Diğer cezaların üçte biri indirilir ve bu hâlde her fiil için verilecek hapis cezası on iki yıldan fazla olamaz.

Fiili işlediği sırada 18 yaşını doldurmamış her kişi çocuktur. Evli hatta çocuk sahibi olan bir kişi fiili işlediği sırada 18 yaşından küçükse ceza hukuku açısından çocuktur ve çocuklara ilişkin yasalara tabidir. 5237 sayılı TCK suç sürüklenen çocukları üç ayrı yaş grubunda ele almıştır. Çocuğun doldurduğu yaş esas alınmakta olup, bir kişinin 12 yaşında kabul edilmesi için, doğumundan itibaren 12 yılın geçmiş olması gerekir.

Suç oluşturan fiili işlediği sırada henüz on iki yaşını bitirmemiş olan çocukların ceza sorumluluğu bulunmamaktadır. Fiili işlediği sırada henüz on iki yaşını bitirmemiş olması, çocuk açısından kusurluluğu mutlak surette ortadan kaldıran bir neden olarak kabul edilmiştir. İzlenen suç ve ceza politikasının gereği olarak, bu gruba giren yaş küçüklerinin ceza sorumluluğunun olmadığı normatif olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu çocuklar hakkında ceza yaptırımının uygulanması, cezanın özel önleme ve yeniden topluma kazandırma işlevi bakımından tamamen ters etki gösterecektir. Hatta bu çocuklarla ilgili olarak ceza kovuşturmasına ilişkin işlemlerin yapılması, psikolojik gelişimleri üzerinde olumsuz etkiler meydana getirebilmektedir. Bu nedenle, suç yoluna sürüklenmiş olan bu çocuklarla ilgili olarak, sadece koruyucu ve eğitici nitelikte olan güvenlik tedbirlerine başvurulabilir. Çocukluktan gençliğe geçiş sürecinde bulunan on iki yaşını doldurmuş ve fakat henüz on beş yaşını tamamlamamış kişiler, genellikle işlediği fiilin bir haksızlık oluşturduğunun bilincinde olmakla beraber, bazı durumlarda fiili işlemekten kendini alıkoyamamakta ve bazı davranışlar açısından iradesine yeterince hâkim olamamaktadır. Bu nedenle, suç oluşturan bir fiili işlediği sırada on iki yaşını bitirmiş olup da henüz on beş yaşını bitirmemiş olan kişilerin, işlediği suç açısından davranışlarını yönlendirebilme yeteneğine sahip olduğunun belirlenmesi hâlinde, ceza sorumluluğunun olduğu kabul edilmiştir. Bu grup yaş küçüklerinin ceza sorumluluğunun olup olmadığı, çocuk hâkimi tarafından tespit edilir. Ancak, bu belirlemeden önce, yaş küçüğünün içinde bulunduğu aile koşulları, sosyal ve ekonomik koşullar ile psikolojik ve eğitim durumu hakkında uzman kişilerce rapor hazırlanması istenir. Çocuk hâkimi, hazırlanan bu raporları, ceza sorumluluğunun belirlenmesiyle ilgili olarak yapacağı değerlendirmede dikkate alır. Kusur yeteneği bulunmayan yaş küçüğü hakkında ceza tertibine yer olmadığına karar verilir. Ancak, bu kişiler hakkında koruyucu, eğitici ve yeniden topluma kazandırıcı nitelikte güvenlik tedbirlerine hükmedilir. Çocuk hâkimi, işlediği suç açısından ceza sorumluluğunun olduğunu kabul ettiği yaş küçüğü hakkında ise kural olarak indirilmiş cezaya hükmedecektir. Fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmuş ve fakat henüz ons ekiz yaşını tamamlamamış gençler, normal koşullarda, gerçekleştirdikleri davranışların hukukî anlam ve sonuçlarını kavrama yeteneğine sahip olmakla birlikte; bu kişilerin, davranışlarını yönlendirme yetenekleri yeterince gelişmemiş olabilmektedir. Bu nedenle, suç yoluna girmiş olan gençlerin, işledikleri suçlar bağlamında irade yeteneğinin zayıf olduğu normatif olarak kabul edilmiştir. Azalmış kusur yeteneğine sahip bulunan gençler hakkında kural olarak indirilmiş cezaya hükmedilir[1].

5237 Sayılı TCK’nın 31/1. maddesinde fiili işlediği zaman 12 yaşını doldurmamış çocukların cezai sorumlulukları bulunmadığı hükmü getirilmiştir. Bu yaş grubundaki çocuklar hakkında işledikleri iddia olunan fiillerden dolayı kovuşturma yapılamaz ve ceza verilemez. Ancak suça sürüklenen 12 yaşını doldurmamış çocuklar hakkında soruşturma yapılabilir. Kovuşturma yapılamayacağı ifadesinden ve haklarında güvenlik tedbirinin uygulanması söz konusu olabileceğinden bu yaş grubundaki çocuklarla ilgili soruşturma yapılabileceği, ifade sahibi sıfatıyla ifadesinin alınabileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca suça sürüklenen çocuk olarak hakkında güvenlik tedbirinin uygulanması açısından suçu işlediğinin tespit edilmiş olması veya en azından yeterli şüphe derecesinde makul bir şüphenin bulunması gerektiğinden, soruşturma yapmadan ve delil toplamadan suç işlemesi nedeniyle güvenlik tedbirinin uygulanması söz konusu olamayacaktır[2].

Fiili işlediği sırada on iki yaşını doldurmuş olup da on beş yaşını doldurmamış olanların işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamaması veya davranışlarını yönlendirme yeteneğinin yeterince gelişmemiş olması hâlinde ceza sorumluluğu yoktur. Ancak bu kişiler hakkında çocuklara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur. İşlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılama ve bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin varlığı hâlinde, bu kişiler hakkında suç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde on iki yıldan on beş yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde dokuz yıldan on bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Diğer cezaların yarısı indirilir ve bu hâlde her fiil için verilecek hapis cezası yedi yıldan fazla olamaz[3].

Kusur yeteneği bulunmadığı belirlenen çocuk hakkında beraat kararı verilemez ancak bu durumda “ceza verilmesine yer olmadığına” karar verileceği belirtilmiştir. Bu durumda çocuk mahkemesi kusur yeteneği olmayan çocuk hakkında çocuklara özgü güvenlik tedbirlerine karar verecektir. On iki yaşını doldurmayan çocuklar hakkında bu güvenlik tedbirlerinin uygulanması takdire bırakılmış iken bu yaş grubundaki çocuklar için takdiri nitelikte değildir[4].

TCK’de 15-18 yaş grubundaki çocuklara ceza verileceği, ancak cezadan indirime gidileceği belirtilerek, kanun koyucu tarafından bu yaş grubundaki suça sürüklenen çocukların kusur yeteneklerine kısmen de olsa sahip oldukları kabul edilmektedir. 15-18 yaş grubundaki suça sürüklenen çocuğun fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayabilme veya davranışlarını yönlendirebilme yeteneğine sahip olup olmadığı araştırılmaz. Yaş küçüklüğü nedeniyle cezalarında yeniden topluma kazandırma ve tekrar suç işlenmesini engelleme amacıyla belli indirimler yapılır. Kusur yeteneği, yaş küçüklüğü nedeniyle azaldığı için yasada indirimler öngörülmüştür. Fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmuş olup da on sekiz yaşını doldurmamış olan çocuklar hakkında suç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde on sekiz yıldan yirmi dört yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde on iki yıldan on beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Diğer cezaların üçte biri indirilir ve bu hâlde her fiil için verilecek hapis cezası on iki yıldan fazla olamaz[5].

5237 Sayılı TCK’nın 50/3. maddesinde daha önce hapis cezasına mahkûm edilmemiş on sekiz yaşından küçüklerin mahkûm oldukları kısa süreli yani bir yıl ve daha az süreli hapis cezaları TCK’nın 50/1. maddesinde belirlenen seçenek yaptırımlara çevrilmek zorundadır. Bu hususta mahkemeye takdir yetkisi verilmemiştir. 5237 Sayılı TCK’ nın 51/1 maddesinde ise on sekizden küçük kişilerin üç yıl veya daha az cezayı gerektiren fiillerinden dolayı cezalarının ertelenebileceği düzenlenmiştir.

On sekiz yaşını doldurmamış olan çocukların işlemiş oldukları eylemlerle ilgili olarak 5237 Sayılı Kanunu’nun 53/4. maddesi gereğince TCK’nın 53/1. maddesi ve fıkrasında belirtilen hakları kullanmaktan yoksun bırakılamaz. Ayrıca TCK’nın 58/5 maddesinde on sekiz yaşını doldurmamış çocuklar hakkında tekerrür hükümlerinin uygulanamayacağı belirtilmiştir.

Yaş eylem anı itibariyle çocukluk sıfatı vermekte olup çocuğun eylemden sonra yetişkin hale gelmesi çocuk olması nedeniyle uygulanacak tüm hükümlerin uygulanmasını engellemez. Yetişkin olsa bile çocuk mahkemelerinde yargılanır ve çocuk olması nedeniyle kusuru yeteneğini etkileyen hallerden faydalanmaktadır.

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     TCK’nın 31. Maddesi’nin gerekçesi.

[2]     Apaydın, Cengiz, Çocuklar İçin Ceza Hukuku Bilinci, 2. Baskı, İstanbul 2016, 93.

[3]     Apaydın, Çocuklar İçin Ceza Hukuku Bilinci, 98.

[4]     Apaydın, Çocuklar İçin Ceza Hukuku Bilinci, 98.

[5]     Apaydın, Çocuklar İçin Ceza Hukuku Bilinci, 100.

CEZA HUKUKUNDA KUSUR YETENEĞİ

Kusur yeteneği kişinin kusurluluk kapasitesi olup kişi fiziken ve ruhen sağlıklı yetişkin her insanın hayatın olağan akışına uygun olarak sahip olduğu davranışlarını yönlendirme yeteneğine somut olayda sahip olup olmamasına göre değerlendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kusur yeteneği gerçekleştirdiği suç nedeniyle failin ceza hukuku anlamında kusurundan dolayı cezalandırılabilme potansiyelini oluşturmaktadır.

Kusur yeteneği, bir fiilin bir şahsa yüklenebilmesi için, hareketi yaptığı sırada o şahsın sahip bulunması gerektiği niteliklerin bütünü bir başka deyişle anlama ve isteme yeteneklerinin ikisinin de birlikte bulunması demektir. Bu yeteneklerden birisinin bulunmaması halinde, kusur yeteneğinden bahsedilemez. Görüldüğü üzere, kusur yeteneği anlama ve isteme yetenekleri üzerine inşa edilmiştir. Anlama yeteneği;. Kişinin yapmış olduğu hareketin toplumsal değerini ve sonuçlarını kavrama yeteneği olup, kişinin yaptığı hareketin kanuna aykırı olduğunu bilmesi gerekmez. İsteme yeteneği ise, bir kişinin yapmış olduğu hareketin toplumsal değerlendirmelerine uygun şekilde davranabilme yeteneğidir[1].

Kural olarak, yaptığı hareketlerin anlamını kavrayabilecek ve bu hareketleri yapmayı isteyebilecek durumda olan herkes kusur yeteneğine sahiptir. Bu istisnalar, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, sağır – dilsizlik ve geçici nedenler, alkol veya uyuşturucu madde etkisinde olma halleridir. Kusur yeteneğinin fiilin işlendiği zamana göre tespit edilir. Mütemadi ve müteselsil suçlarda temadi veya teselsülün sona erdiği an, filmi işlenme anıdır[2].

Türk Ceza Kanunu’nda kusur yeteneğini etkileyen haller “yaş küçüklüğü”, “akıl hastalığı”, “sağır ve dilsizlik” ve “geçici nedenler, alkol veya uyuşturucu madde etkisinde olma” halleri olup bir kısmı ceza ehliyetini tamamen ortadan kaldırmakta bir kısmı ise ceza ehliyetini azaltmaktadır.

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Apaydın, Kusur Yeteneği, 79.

[2]     Apaydın, Kusur Yeteneği, 79.

CEZA HUKUKUNDA HATA

TCK Madde 30- (1) Fiilin icrası sırasında suçun kanuni tanımındaki maddi unsurları bilmeyen bir kimse, kasten hareket etmiş olmaz. Bu hata dolayısıyla taksirli sorumluluk hali saklıdır. (2) Bir suçun daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli hallerinin gerçekleştiği hususunda hataya düşen kişi, bu hatasından yararlanır. (3) Ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenlere ait koşulların gerçekleştiği hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, bu hatasından yararlanır. (4) İşlediği fiilin haksızlık oluşturduğu hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, cezalandırılmaz.

Düşüncenin gerçeğe uygun bulunmaması şeklinde ifade edebileceğimiz “hata”, gerçeğin bilinmemesi yüzünden ortaya çıkabileceği gibi, yeterli derecede bilinmemesinin bir sonucu da olabilir[1]. Ceza hukuku alanında hata, belirli bir fiili cezalandıran kuralın varlığını bilmemek, yorumunda aldanmak veya hukuki kaide yönünden herhangi bir yanılma söz konusu olmamakla beraber işlenilen suçun maddi cephesi ile ilgili hususlarında yanılmak şekillerinde gerçekleşebilir[2].

Ceza hukuku alanında hata niteliği itibariyle, fiil üzerinde ve kural üzerinde hata olarak ortaya çıkabilir. Bir hukuk kuralının mevcut olup olmadığında veya yorumunda yapılan hata hukuki hata, buna karşılık suçun maddi unsurlarına ilişkin hata ise maddi (fiili) hata olarak tanımlanmaktadır[3].

Kural üzerinde hata (hukuki hata) genel olarak mazeret sayılmaz ve ceza sorumluluğunu etkilemezken, fiil üzerinde hata belirli koşulların varlığı halinde kastı kaldıran bir neden olarak kabul edilmektedir.[4] Fiili hatanın ceza hukukunda kusurluluğu etkileyebilmesi için esaslı olması gerekir. Fail hataya düşmeseydi eylemi suç oluşturmayacak idi ise hata esaslıdır.

Suçun unsurlarına ilişkin hata bazen kusuru ortadan kaldırarak suçun oluşmasını engeller, bazen de kusur türünün değişmesi sonucunu doğurur. Örneğin, kendisinin zannederek başkasının kitabını alan kişinin hatası esaslıdır. Çünkü fail hırsızlık kastıyla hareket etmemektedir. Buna karşılık, başkasının çok değerli sanarak değersiz bir kitabını alan failin hatası esaslı değildir. Olay failin düşündüğü gibi olsaydı da failin fiili suç teşkil edecekti. Malın değeri konusundaki hata, failin hırsızlık kastının varlığını etkilemeyecektir. Bazı hatalar ise sadece kusurun türünü etkiler. Örneğin, bir karartıya ateş eden avcı, av hayvanı yerine bir başka avcının yaralanmasına neden olursa, kusursuz olduğu söylenemeyecek, ancak kastından değil, taksirinden söz edilecektir [5].

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     İçel, 221.

[2]     Apaydın, Kusurluluk, 56.

[3]     Apaydın, Kusurluluk, 56.

[4]     Güngör, Devrim, Ceza Hukukunda Fiil Üzerinde Hata, Ankara 2007, 24.

[5]     Centel/ Zafer/ Çakmut, 440.

HAKSIZ TAHRİK

TCK Madde 29- Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine on sekiz yıldan yirmi dört yıla ve müebbet hapis cezası yerine on iki yıldan on sekiz yıla kadar hapis cezası verilir. Diğer hallerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.

Haksız tahrik, kişinin haksız bir fiilin kendisinde meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında kalarak bir suç işlemesidir. Haksız tahrik kusurluluğu etkileyen bir neden olduğundan, haksız tahrikin etkisiyle işlenen fiilin haksızlık içeriğinde herhangi bir azalma söz konusu değildir. Ancak haksız tahrikin kusur üzerindeki etkisi de sınırlıdır. Yani kusuru tamamıyla kaldırmamakta, sadece azaltmaktadır[1].

Haksız tahrik hükmü kusurluluğu azaltan, her suç ve fail bakımından uygulanabilen genel bir hükümdür. Haksız tahrik haksız bir fiilin oluşturduğu dışarıdan gelen bir etkiyle kişiyi kızgınlık ve üzüntü etkisi altında suç işlemeye yönelttiğine göre kişinin kusurluluğuna etki eder[2].

Karşılıklı saldırıların söz konusu olduğu bir olayda saldırıyı kimin başlattığı bilinmiyorsa iki tarafın da saldırgan kabul edilip olaya her iki fail açısından da haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerekir. Bu tarz olaylarda meşru savunma hükümleri uygulanamaz.

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Koca/Üzülmez, 275.

[2]     Özbek ve diğerleri, 437.

CEBİR, ŞİDDET, KORKUTMA VE TEHDİT İLE SUÇ İŞLEME HALLERİ

TCK Madde 28- (1) Karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı cebir ve şiddet veya muhakkak ve ağır bir korkutma veya tehdit sonucu suç işleyen kimseye ceza verilmez. Bu gibi hallerde cebir ve şiddet, korkutma ve tehdidi kullanan kişi suçun faili sayılır. Karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı maddi bir zorlama sonucu bir suç işlemek mecburiyetinde bırakılan kimsenin içinde bulunduğu duruma cebir denir[1]. Böyle bir durumda isteği dışında hareket etmek zorunda kalarak suç işleyen kişi kusurlu görülmez. Çünkü başka türlü hareket etme yeteneği elinden alınmıştır. 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun aksine 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda bu konu düzenlenmiştir. Buna göre, karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı cebir ve şiddet sonucunda suç işleyen kimseye ceza verilmez. Bu gibi hallerde cebir ve şiddet kullanan kişi suçun faili sayılır. O halde, her cebir ve şiddet failin kusurluluğunu etkilemeyecek, karşı koyamama veya kurtulamama olgularının varlığı araştırılacaktır. Belirleyici olan, kişinin karşı koyamayacağı kadar güçlü bir cebir ve şiddetle karşı karşıya olup olmamasıdır[2].

Cebir durumunda, bir suçu işlemeye zorlanan kimse başka türlü hareket etme olanağından tamamen yoksun bırakılmış ve adeta cebir kullanan kişinin aracı haline gelmiştir. Örneğin, nöbetçinin bağlanıp nöbet yerinden uzaklaştırılması, tren makasçısının dövülüp baygın hale getirilmesi sonucunda makası zamanında açmasına engel olunması, banka güvenlik elemanlarının aynı şekilde etkisiz hale getirilmesinden dolayı suçun işlenmesini önleyememesi durumlarında, kusurluluğu kaldıran cebir vardır[3]. Kusuru kaldıran cebirde, fail cebri uygulayanın iradeden yoksun aracı haline gelmez. Kendisine uygulanan fiziki gücün yarattığı acıyla iradi olarak fiilini gerçekleştirir[4].

Kendisi tarafından bilerek sebebiyet verilmemiş olan ve başka türlü karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı halen var olan ağır ve muhakkak bir zarardan kendisini veya başkasını korumak maksadıyla kendisine işlettirilmek istenen suçu işleyen kimsenin durumuna korkutma denir[5].

Korkutmada kusurluluğun kalkması için, ağır ve muhakkak bir zarar yoksa failin kusurluluğu etkilenmez ve işlediği suçtan sorumlu olur. Örneğin, bir kimse aç bırakılsa ve açlığa dayanamayarak kendisine işletilmek istenen suça ilişkin icra hareketlerine başlamak zorunda kalsa, ağır ve muhakkak bir zararla karşı karşıya bırakıldığı içindir ki, kusursuz sayılacaktır[6].

Tehditte zarar henüz gerçekleşmiş olmayıp, ilerde gerçekleşecek bir zararın gerçekleşmesinden korkutulmak için bir suç işleme durumu vardır ve bu bakımdan tehdit korkutmadan ayrılır[7]. Henüz gerçekleşmemiş, ileride gerçekleşecek olan zarardan kurtulmak için suç işleyen kişi kusurlu sayılmaz. Ancak, bunun için tehdidin konusu ile işlenen suç arasında bir orantı bulunması gerekir[8].

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Öztürk, Bahri/ Erdem, Mustafa, Ruhan, Ceza Hukuku Genel Hükümleri ve Özel Hükümler (Kişilere ve Mala Karşı Suçlar), Ankara 2007, 171.

[2]     Centel/ Zafer/ Çakmut, 406.

[3]     Dönmezer/Erman, C. II, 332.

[4]     Zafer, 346.

[5]     Öztürk / Erdem, Ceza Hukuku Genel Hükümleri ve Özel Hükümler, 171.

[6]     İçel/Evik, 217.

[7]     Dönmezer/Erman, C. II, 333.

[8]     Apaydın, Kusurluluk, 54-55.

HUKUKA UYGUNLUK NEDENLERİNDE SINIRIN AŞILMASI

HUKUKA UYGUNLUK NEDENLERİNDE SINIRIN AŞILMASI

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org

TCK Madde 27- (1) Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılıyorsa, taksirli suç için kanunda yazılı cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur. (2) Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.

Hukuka uygunluk nedenlerinden meşru savunmada sınırın mazur görülecek heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşılması (TCK m.27/2), kusurluluğu kaldıran bir hal olarak kabul edilmiştir (CMK m.223/3-c) Kusurluluğu kaldıran bu hükmün uygulanabilmesi, öncelikle meşru savunmanın saldırı ve savunmada orantılılık koşulu dışında kalan savunma koşullarının gerçekleşmiş olmasını gerektirir. Meşru savunma halinde bulunan fail, savunmada saldırıyı bertaraf edecek ölçünün ötesine geçmiş ve bu ölçünün aşılması kişinin heyecan, korku ve telaşından meydana gelmişse cezalandırılmaz. Sınırın aşılmasına neden olan her türlü heyecan, korku ve telaş değil, failin o eyleminden dolayı kınanmasını haksız kılacak düzeydeki yani mazur görülecek heyecan, korku ve telaş failin cezalandırılmamasına neden olabilir. Diğer bir söyleyişle cezalandırmamayı haklı kılacak bir heyecan, korku ve telaş söz konusu olmalıdır. Meşru savunmanın nedenini oluşturan saldırının özellikleri, gerçekleştiği yer, zaman ve failin içinde bulunduğu koşullar, failin heyecan, korku ve telaşa kapılmasının hoş görülmesini, bağışlanmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır. Bu ruh hali ile fail, sınırı kasten veya taksirle aşmış olabilir[1].

5237 sayılı TCK’da, kanun koyucu, 27/1’inci maddesinde tüm hukuka uygunluk nedenleri için geçerli olan sınırın aşılması düzenlemesinde, sınırın kasten aşılmaması gerektiği açıkça vurgulanmıştır. Buna karşın, TCK’nin 27/2’nci maddesindeki meşru savunmada sınırın mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaş nedeniyle aşılması düzenlemesi bakımından, kanun koyucunun bu şekilde bir sınır aşımının kasten mi taksirle mi olması gerektiği konusunda herhangi bir açıklama yapmamış olması dikkat çekicidir. Bu tarz bir açıklığın bulunmaması, doktrinde meşru savunmada sınırın mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaş nedeniyle aşılması bakımından, sınırın yalnızca taksirle aşılabileceği ya da sınırın kasten veya taksirle aşılabileceği tartışmalarını beraberinde getirmiştir. 5237 sayılı TCK’nın yanı sıra, Alman Ceza Kanunu’ndaki benzeri sınırın aşılması düzenlemesinde de bu yönde bir açıklık bulunmadığı için, Alman doktrininde ise bilinçli ya da bilinçsiz aşılması olarak ifade edilen haller bakımından uygulanabilirliği değerlendirilmektedir[2].

Failin TCK’nın 27/2’nci maddesinin uygulaması bakımından sınırı kasten veya taksirle aşmış olmasının önemli bulunmamaktadır. Meşru savunmanın nedenini oluşturan saldırının özellikleri, gerçekleştiği yer, zaman ve failin içinde bulunduğu koşullar, failin heyecan, korku ve telaşa kapılmasının hoş görülmesini, bağışlanmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır. Bu ruh hali ile fail, sınırı kasten veya taksirle aşmış olabilir. Önemli olan sınırın mazur görülecek heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşılmış olmasıdır. Sınırın taksirle aşılması halinde kişinin içinde bulunduğu psikolojik durum değerlendirilmez[3].

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Ersan, Aykut, Ceza Hukukunda Meşru Savunma ve Meşru Savunmada Sınırın Aşılması, İstanbul 2013, 171.

[2]     Ersan, 169-170: Demirbaş, 328.

[3]     Zafer, 347.

MEŞRU SAVUNMA VE ZORUNLULUK HALİ

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org

MEŞRU SAVUNMA VE ZORUNLULUK HALİ

TCK Madde 25- (1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez. (2) Gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.

Meşru savunma, failin kendisine veya üçüncü bir şahsa ait bir hakka yönelmiş olan, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o andaki durum ve koşullara göre genel olarak saldırı ile orantılı bir biçimde defetmek halini ifade eder. Bir kişinin kendisine veya başkasına yöneltilen haksız bir saldırıyı uzaklaştırmak amacıyla gösterdiği içgüdüsel tepki, dış görünüşü itibariyle suç oluşturan bir fiil olmasına rağmen meşru savunma halinin meydana geldiği durumda fail bu fiilinden dolayı cezalandırılmaz. Çünkü ortada bir hukuka uygunluk nedeni bulunan meşru savunma hali bulunduğu için eylem suç oluşturmaz. Meşru savunma hakkı önemli bir hak olup, kişinin kendisini veya üçüncü kişiyi koruma içgüdüsünden kaynaklanan kişisel bir haktır[1].

Yargıtay’ın meşru savunmanın koşullarına ilişkin kararında şöyle denilmektedir; “5237 sayılı TCK’nın 25/1’inci maddelerinde düzenlenen ve hukuka uygunluk nedenlerinden birini oluşturan meşru savunma, hukuka aykırılığı ortadan kaldırmakta ve bu nedenle de eylemi suç olmaktan çıkarmaktadır. Bir olayda meşru savunmanın oluştuğunun kabul edilebilmesi için saldırıya ve savunmaya ilişkin şartların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

1.  Saldırıya ilişkin şartlar:

a.  Bir saldırı bulunmalıdır.

b.  Bu saldırı haksız olmalıdır.

c.  Saldırı meşru müdafaa ile korunabilecek bir hakka yönelik olmalıdır. Bu hakkın, kişinin kendisine veya bir başkasına ait olması arasında fark yoktur.

d.  Saldırı ile savunma eşzamanlı bulunmalıdır.

2.  Savunmaya ilişkin şartlar:

a.  Savunma zorunlu olmalıdır. Zorunluluk ile kastedilen husus, failin kendisine veya başkasına ait bir hakkı koruyabilmesi için savunmadan başka imkânının bulunmamasıdır.

b.  Savunma saldırana karşı olmalıdır.

c.  Saldırı ile savunma arasında oran bulunmalıdır”[2].

Zorunluluk (zaruret, ıztırar) hâli, ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran bir neden olarak düzenlenmiştir. Burada kişinin, kendisinin veya başkasının sahip bulunduğu hakka yönelik tehlikeyi gidermek amacıyla gerçekleştirdiği davranış dolayısıyla, ceza sorumluluğu yoktur. Meşru savunmadan farklı olarak, zorunluluk hâlinde bir saldırı değil tehlike söz konusudur. Zorunluluk hâlinin kabulü için, kişinin tehlikeye bilerek neden olmaması, tehlikeden suç olan bir harekete başvurmadan kurtulmanın olanaklı bulunmaması, tehlikenin ağır ve muhakkak olması gibi şartlar aranmaktadır. Ayrıca, tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan araç arasında orantılılık ilkesi de kabul edilmiştir[3].

TCK’nın 25/2’nci maddesinde hukuka uygunluk nedeni olarak zorunluluk hali ile kusurluluğu ortadan kaldıran bir neden olarak zorunluluk hali arasında bir ayırım yapılmamakta olup zorunluluk halinin hem bir hukuka uygunluk nedeni hem de kusurluluğu ortadan kaldıran bir neden olarak iki farklı biçimde kabulü gerekmektedir. Failin korumaya çalıştığı tehlikeyle karşı karşıya bulunan hukuki değer, kurtarma fiiliyle ihlal edilen ilgisiz üçüncü şahsa ait hukuki değerden üstünse zorunluluk hali bir hukuka uygunluk nedenidir. Diğer yandan korunmak istenen değer, kurtarma eylemiyle zarar verilen hukuki değerden önemli ölçüde üstün değilse veya her iki yarar da eşitse, kusurluluğu ortadan kaldıran bir neden olarak zorunluluk hali kabul edilmelidir[4]. Zorunluluk halinin kusurluluğu kaldıran bir hal kabul edilmesi halinde CMK m.223/3-b gereğince kusurun bulunmaması nedeniyle ceza verilmesine yer olmadığına; hukuku uygunluk nedeni sayıldığı halde ise suçun oluşmadığı gerekçesiyle CMK m.223/2-d gereğince beraatına karar verilecektir[5].

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Apaydın, Cengiz, Meşru Savunma, 1. Baskı, İstanbul 2016, 343.

[2]     Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, 16.04.2013 tarihli, 2013/1-26 esas ve 2013/150 sayılı kararı (UYAP isimli Hâkimler ve Cumhuriyet Savcılarına Yargıtay kararlarına özel erişim sağlayan sistemden alınmıştır).

[3]     Turabi, Selami, “Kusurluluk ve Kusurluluğu Etkileyen Haller”, TBB Dergisi, Ankara 2012, S: 101, 283-284.

[4]     Apaydın, Meşru Savunma, 149.

[5]     Zafer, Hamide, Ceza Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 2015, 300.

TAKSİR

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org

TAKSİR

Taksirli sorumluluğun esasını önlenebilir olan istenmeyen zararlı sonuçları önlemeye yönelik objektif davranış kurallarına uymama olup taksirli sorumluluğu belirten özellik, tedbirsizlik ve özensizliktir, yani tedbir almak ödevinin ihlal edilmesidir. Nitekim 5237 sayılı TCK da taksirin esasını dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlaline dayandırmaktadır. Taksir, zararlı sonucun gerçekleşmemesi için iradenin yeterli olarak kullanılmaması ve dolayısıyla objektif dikkat ve özenin gösterilmemesi ile ortaya çıkmaktadır[1].

Taksirin unsurları şunlardır; fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması, özen yükümlülüğünün yerine getirilmemiş olması, hareketin iradi olması, neticenin öngörülebilir olması ve hareket ile netice arasında nedensellik bağının varlığıdır.

Taksir basit taksir ve bilinçli taksir olarak ikiye ayrılmaktadır. Basit taksir, taksirin en çok karşılaşılan şekli olup, objektif dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı olarak fail tarafından öngörülebilir nitelikteki neticenin öngörülmemesidir. Fail dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun davransaydı neticeyi öngörebilecek ve netice meydana gelmeyecektir[2]. Bilinçli taksir, tipe uygun, hukuka aykırı bir neticenin gerçekleşmesi ihtimal dâhilinde bulunmakla beraber, failin neticeyi öngörmesine rağmen, bu neticeleri önleyebileceğine yükümlülüklere aykırı biçimde güvenerek çaba sarf etmesine karşın istenmeyen neticenin meydana gelmesi halidir[3]. Yargıtay’ın bilinçli taksir olası kast ayrımına ilişkin bir kararında şöyle denilmektedir;”Olay günü Ahmet .. ve Şükrü .. maktul Aziz ve katılan Hasan’ın babaları olan katılan Ramazan …’in işletmiş olduğu oto yıkamacıya geldikleri, … 7560 plakalı aracı temizlemesi için yıkamacıya bıraktıkları, ayrıca araçta av tüfekleri olduğunun söylenmesi üzerine, aracın bagajında bulunan iki adet av tüfeğinin maktulün kardeşi Ömer tarafından işyerinin yazıhanesinin duvar dibine bırakıldığı, daha sonra maktulün arkadaşı suça sürüklenen çocuğun olay yerine geldiğinde, önce uzun süreden beri arkadaşı olan Aziz ile bir süre sohbet ettiği, daha sonra suça sürüklenen çocuğun dükkân içerisinde yazıhane olarak kullanılan yere geçtiği, burada katılan Hasan’ın suça sürüklenen çocuğa tüfekleri göstererek dokunmamasını istediği, buna rağmen suça sürüklenen çocuğun Ahmet Eşen adına kayıtlı olan av tüfeğini alıp kurcalamaya başladığı, Hasan’ın suça sürüklenen çocuğu uyardığı ancak suça sürüklenen çocuğun Hasan’ı dinlemediği ve tüfeği kurcalamaya devam ettiği, bunun üzerine Hasan’ın Aziz ve Ömer’e durumu haber verdiği, bir süre sonra maktul Aziz’in suça sürüklenen çocuğun bulunduğu dükkân içindeki baraka tipi yere geldiği, suça sürüklenen çocuğa 2-3 metre mesafede durup suça sürüklenen çocuğu uyardığı sırada suça sürüklenen çocuğun tüfeğin ateş alabileceğini ve ölüm neticesinin gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, öngördüğü neticenin gerçekleşmemesi için çaba sarf etmediği ve dolayısıyla kabullenip kayıtsız kalarak tüfeği Aziz’e doğru doğrultup bir el ateş ettiği, bu şekilde silahtan çıkan saçmalardan dolayı maktul Aziz’in hayatını kaybettiği, katılan Hasan’ın ise yaşamını tehlikeye sokacak şekilde yaralandığı, bu şekilde maktul Aziz’e yönelik olası kastla öldürme, katılan Hasan’a yönelik ise olası kastla yaralama suçunu işlediği anlaşılmıştır. Yargılama sürecindeki işlemlerin usul ve kanuna uygun olarak yapıldığı, ileri sürülen iddia ve savunmaların toplanan delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin açıkça gösterildiği, vicdani kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı, eylemin suça sürüklenen çocuk tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, alınan raporların yeterli ve hüküm kurmaya elverişli olduğu, suç vasfının tespitinde isabetsizlik bulunmadığı, eyleme uyan suç vasfı ile yargılama sonucunda oluşan kanaat ve takdire göre ceza yaptırımının yasal bağlamda ve gerekçesi gösterilerek belirlendiği, anlaşıldığından katılanlar vekili ile suça sürüklenen çocuk müdafiinin temyiz sebeplerinin incelenmesinde hukuka aykırılık bulunmamıştır”[4].

Gerek bilinçli gerekse basit taksirde, fail gerçekleşen neticeyi istememektedir. Basit taksirde, fail öngörmesi gerekeni öngörmemekte, bilinçli taksirde ise, öngördüğü halde gerçekleşmesini istemeyip, bunun için gerekeni yapmaktadır[5].

Bilinçli taksir halinde ceza artmakta olup taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır. Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez. Ancak bilinçli taksir halinde failin sadece cezasında indirim yapılabilir. Bilinçli taksir halinde faile verilecek ceza, TCK’nın 22/3. maddesi uyarınca, üçte bir oranından yarı oranına kadar artırılır. Bu itibarla taksirin bilinçli taksir kabul edilmesi, cezayı ağırlaştıran bir durumdur. (TCK m.22/6). TCK’nin 22/6. maddesinde düzenlenen şahsi cezasızlık nedeni basit taksir bakımından söz konudur. Bilinçli taksir halinde failin cezai sorumluluğu devam etmekte, fakat cezasından indirim yapılır.

Şikâyet bakımından farklılık arz etmektedir. Şöyle ki, taksirle yaralama suçu bakımından soruşturma ve kovuşturma şikâyete bağlıdır. Bilinçli taksir durumunda ise, TCK’nin 89/1. maddesi kapsamındaki yaralama suçu hariç, diğer yaralama şekillerinde şikâyet aranmaz(TCKm.89/5).

Hürriyeti bağlayıcı cezanın adli para cezasına dönüşmesi bakımından farklılık bulunmaktadır. Gerçekten taksirli suçlardan dolayı hükmolunan hapis cezası, uzun süreli olsa bile TCK’nin 1/a. maddesi uyarınca adli para cezasına çevrilebilmektedir. Buna karşılık, bilinçli taksir durumunda hapis cezası ancak kısa süreli olduğu takdirde adli para cezasına çevrilebilmektedir; uzun süreli olduğu takdirde adli para cezasına çevrilmesi TCK’nın 50/4. maddesi gereği mümkün değildir. Sanık hakkında bilinçli taksir ile öldürme veya yaralama suçların dan verilen 1 yıldan fazla hapis cezası, hapis cezasının uzun süreli olması nedeniyle TCK’nın 50/4. maddesi uyarınca para cezasına çevrilemez[6].

Bilinçli veya basit taksir halinde kaç kişi yaralanmış veya ölmüşse özel bir içtima hali kabul edilerek eylem tek suç olarak kabul edilmiştir. Oysa doğrudan veya olası kast halinde ölen ve/veya yaralanan kişi sayısınca suç oluşmaktadır. Bilinçli taksir halinde ceza artırılırken olası kast halinde ise ceza azaltılmaktadır.

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Apaydın, Kusurluluk, 203.

[2]     Apaydın, Kusurluluk, 235.

[3]     Apaydın, Kusurluluk, 244-245.

[4]     Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 3. 07. 2024 tarihli, 2023/544 esas ve 2024/4953 sayılı kararı ((UYAP isimli Yargıtay kararlarına özel erişim sağlayan sistemden alınmıştır).

[5]     Önder, Ayhan, Ceza Hukuku Dersleri, İstanbul 1992, 336; Centel / Zafer / Çakmut, 411.

[6]     Apaydın, Kusurluluk, 48

OLASI KAST

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

OLASI KAST

Herkesin eyleminin doğal veya olası sonuçlarını tasarladığının varsayılması, kelimenin tam anlamıyla, çeşitli defalar sık sık belirtilmiştir[1]. “Olasılık“ kelimesi, bazen formülü verilmemiş olsa bile, bir kişinin kastettiği kendi eyleminin gerekli, doğal ve muhtemel sonuçlarının anahtarıdır[2]. Olası kast hukuki bir kurgu olup, olası kast kavramı ile failin sadece eyleminin sonuçlandırılmasındaki kusurunun doğru varsayım sorunu olarak değerlendirilmesinin gerekliliği belirtilmiştir[3].

Failin belli bir asıl neticeyi gerçekleştirmek üzere hareket ederken, ihtimal dâhilinde olan tali (ikincil) nitelikteki başka neticelerin meydana gelmesi de zorunluluk bağı ile bağlı olmayacak şekilde ise; asıl amacına ulaşmak için tali (ikincil) nitelikteki sonuçlarında gerçekleşme olasılığını öngörerek ve gerçekleşmesini göze alıp, kabullenmek suretiyle ulaşmak istediği neticeye yönelik olan hareketini gerçekleştirmesi halinde bu tali neticeler açısından olası kast ile hareket ettiği kabul edilmektedir[4].

Olası kastta, faili gerçekleşeceğini muhtemel gördüğü neticeleri önceden düşünmüş ve öngörmüştür; yani kastın birinci unsuru olan bilme unsuru vardır. Bundan başka bu ihtimale rağmen hareketinden caymamak ve bunu yapmakla, ihtimal dâhilindeki ikinci derecedeki neticelerin gerçekleşmesini de istemiştir. Her ne kadar açık ve seçik bir isteme yoksa da, aynı sonucu doğuran, bir istememiş olmama hali bulunmaktadır[5]. Nitekim Yargıtay’ın sonucu açıkça istemese bile dolaylı olarak göze aldığını ilişkin bir kararında şöyle denilmektedir; “01.09.2023 tarihinde … ilçesinin Karpuzlu Mahallesinde tanık Mahmut’un oğlunun kına töreninde saat 23:30 sıralarında, sanık Turgay’ın belinden çıkarmış olduğu tabancayı ateşlemesi neticesinde çıkan merminin maktul Ömer’e isabet ettiği, Ömer’in … Devlet Hastanesine kaldırıldığı, sevk olduğu 19 Mayıs Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesinde yapılan tüm müdahalelere rağmen vefat ettiği, sanığın alkollü bir şekilde, etrafında fazlaca kişi varken ruhsatsız silahı ile birden fazla kez ateş ederek herhangi birine isabet edebileceğini öngörmesine ve öngörebilecek durumda olmasına rağmen iradi bir şekilde tetiği bastığı anlaşılmakla eylemini “olursa olsun” kastıyla gerçekleştirdiği anlaşılan olayda, Yargılama sürecindeki işlemlerin usul ve kanuna uygun olarak yapıldığı, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların toplanan ve dosya kapsamına göre yeterli olduğu anlaşılan delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin açıkça gösterildiği, vicdanî kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı eylemin sanık tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, eksik araştırmanın bulunmadığı, bilinçli taksir koşullarının oluşmadığı, yargılama sonucunda oluşan kanaat ve takdire göre ceza yaptırımının yasal bağlamda ve gerekçesi gösterilerek belirlendiği anlaşıldığından, sanık müdafinin temyiz sebeplerinin incelenmesinde hükümde hukuka aykırılık bulunmamıştır”[6].

Olası kastta, ikincil nitelikli neticelerin gerçekleşmesi hususunda yalnızca bir ihtimal bulunması ile zorunluluk gösteren ikincil nitelikteki neticelerin ayırımı failin sorumluluğunu belirleme açısından büyük önem taşımaktadır. Failin ikincil derecedeki ihtimali dâhilindeki neticeleri öngörüp eylemini gerçekleştirmesi halinde failin kasten hareket ettiği açık olup, önemli olan hangi ikincil (tali) derecedeki sonuçların zorunlu sonuç, hangilerinin ise ihtimal dâhilindeki ikincil nitelikteki sonuç olduğunun ayırımıdır. Failin ikincil nitelikteki tali sonucu isteyip istemediğinin tespitidir. Eylemini gerçekleştirirken meydana gelmesi zorunluluk gösteren ikincil nitelikteki neticelerden dolayı başkalarının zarar görmesi halinde failin sorumluluğu ikinci derecede doğrudan kast nedeniyle sorumluluktur. Zorunluluk gösteren ikincil nitelikteki neticelerin tespiti, hayatın olağan akışındaki tecrübelere göre tespit edilecektir. Örneğin, sigorta tazminatını alabilmek için gemisini açık denizde batıran armatör istemediği halde gemisinde bulunan gemi adamlarının ve yolcularının, aynı şekilde bir politikacının bulunduğu uçağa bomba koyan terörist, aslında istemediği halde, uçakta bulunan uçuş ekibinin ve yolcuların öleceklerini kesin olarak öngörmekte ancak istedikleri sonuca ulaşmak için eylemlerini gerçekleştirmektedirler. İşte bu durumlarda fail doğrudan kastla hareket etmektedir[7]. Failin, uçağa veya gemiye bomba koyarken bombaların patlaması sonucu mutlaka içindeki yolcuların da öleceğini bilmekte bunu engellemek için bir şey yapmadığı gibi gerçekleşeceğini bile bile eylemini gerçekleştirmektedir. Bu durumda, failin asıl amaç dışındaki ikincil nitelikteki zorunlu neticelerin gerçekleşmesini istemediğini belirtmesi, failin hukuki sorumluluğunu değiştirmez. Çünkü hayatın olağan akışına göre fail fiilinin ikincil nitelikteki zorunlu sonuçlarını kesinlikle öngörmüş olup, kesinlik öngörmesinin bulunduğu yerde iradenin olmadığı ileri sürülemez[8].

Olası kastta kusur ve haksızlık içeriğinin öteki kast çeşitlerine göre, örneğin doğrudan kastta göre daha azdır. Çünkü olası kastla hareket eden fail ne sonucu meydana getirmek için çaba göstermiştir, ne de sonucun meydana geleceğinden emindir[9]. Olası kastta, fail tipik fiili gerçekleştirecek somut bir tehlikenin mevcudiyetinin bilincinde olduğu gibi, bu tehlike fail tarafından ciddiye de alınmaktadır. Ancak asıl amaç fail bakımından o kadar önemlidir ki, bu amaca ulaşmak için söz konusu netice de fail tarafından göze alınmaktadır. Fail açısından maksadı oluşturan neticenin gerçekleşmesi için başka bazı neticelerin daha gerçekleşeceği öngörülmüş, buna karşılık, fail hareketi gerçekleştirmiş ise, bu neticeyi de fail istemiş demektir[10]. Örneğin, fail öldürmek istediği kişiye ateş ederken, kurşunun, hedefin yanındaki kişiye de isabet etmesi olasılığını öngörmekte, ancak “isabet ederse etsin “demektedir. Bu gibi hallerde kasta, neticenin meydana gelmesi açısından “imkân ve ihtimal” bulunması nedeniyle, örneğin ateş edenin hedeften başka birini vurması ihtimali sebebiyle “muhtemel kast” da denilmektedir. Fail şöyle düşünmektedir; ”ister şöyle, ister böyle olsun, mutlaka eylemi gerçekleştireceğim”[11].

Olası kastın daha net bir şekilde ortaya konulması açısından şöyle bir örnek verebiliriz. Failin halk arasında genel güvenliği kasten tehlikeyi sokmak için sokağa bir bomba koyması olayında, bombanın patlaması sırasında sokaktan geçenlerin yaralanmaları veya ölmeleri olasılığı mevcuttur. Ayrıca sokaktaki mağazaların da zarar görmeleri mümkün olduğu gibi, patlama anında etrafta kimse olmadığı için sadece mağazalarda hasar meydana gelebilir. Böyle bir durumda fail, genel güvenliği kasten tehlikeye soktuğu gibi, o anda etrafta olanların ölebileceğini veya yaralanabileceğini öngörmekte fakat “olursa olsun” demektedir. Patlama sırasında yoldan geçen şahısların yaralanması veya ölmesi durumunda, fail olası kastla yaralama veya olası kastla öldürme suçlarından sorumlu olacaktır. Ancak bombaların patlaması sonucu hiç kimse ölmemiş veya yaralanmamış ise, genel güvenliği kasten tehlikeye sokmak suçundan sorumlu olacaktır. Örnekten anlaşılacağı üzere, yaralama veya öldürme eylemlerinin gerçekleşmesi zorunlu bir netice değildir. Çünkü bomba saati gelip patladığında bombanın etki alanında hiç kimse bulunmadığı için yaralama veya öldürme olayları olan ikincil (tali) nitelikteki neticeler gerçekleşmeyebilir. Olayımızda mağazaların zarar görme ihtimalleri de bulunmakta olup, mala zarar verme suçu da ikincil nitelikte bir neticedir. Fail tarafından ikincil nitelikteki neticelerin meydana gelmesi olayın gelişimine bırakılmış ve göze alınmış olup, gerçekleşen ikincil nitelikteki neticeler açısından sorumluluğu belirlenirken zorunlu nitelikteki neticelerden ikinci derecede doğrudan kast nedeniyle sorumlu olup, ihtimal dâhilindeki ikincil nitelikteki neticeler bakımından ise, olası kastla hareket ettiği kabul edilmelidir[12].

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Rollın, M, P/Ronald, N, B Criminal Law, New York 1982, 836.

[2]     Harrison, V. Commonwealth, s. 374, 377, (akt Rollın/Ronald, 836)

[3]     Rollin /Ronald, 837.

[4]     Dönmezer/Erman, C. II, s.240; Önder, s.295; Centel/Zafer/Çakmut, 397–398; İçel ve diğerleri, 242; Artuk/Gökçen/ Yenidünya, 597.

[5]     Dönmezer/Erman, C. II, 240.

[6]     Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 3. 07. 2024 tarihli, 2024/4998 esas ve 2024/4930 sayılı kararı ((UYAP isimli Yargıtay kararlarına özel erişim sağlayan sistemden alınmıştır).

[7]     Dülger, Murat Volkan,”5237 sayılı YTCK’da Kastın Unsurları ve Türleri”, Hukuk ve Adalet Dergisi, Y.2, S: 5, Nisan 2005, 85.

[8]     Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 22.

[9]     Yüce, 333.

[10]    Öztürk/Erdem, 181.

[11]    Centel/Zafer/Çakmut, 398.

[12]    Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 22.

KASTIN İSTEME UNSURU

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org

Kastın İsteme Unsuru

Herhangi bir şeyin ya da hareketin bilinmesi ya da düşünülüp öngörülmesi bu şeyin ya da hareketin istenildiği anlamına gelmemektedir. Bir şeyin istenilmesi o şeyin bilinmesini de içermektedir, mantıksal bir çıkarım sonucu olarak bilinmeyen şeyin istenilmesi mümkün değildir. Ancak bunun aksine olarak her bilinen şeyin zorunlu olarak istenildiği söylenemez. Bireyler bildikleri her şeyi istemezler. İşte bu mantıksal çıkarımın ceza hukukuna olan yansıması ise kastın varlığı için bilmenin yanı sıra bilinen bu hareketin (ve neticenin) istenmesinin de gerekli olduğudur[1].

Kastın isteme unsuru “irade” olarak da nitelenir. İrade, suç kalıbındaki eylemi ve sonucunu gerçekleştirme kararıdır. Bu karar özü ile kast kuruntudan, dilek ve umuttan ayrılır[2]. Failin suçun kanuni tanımında yer alan unsurları bilmesi ve bunları öngörerek hareket etmesi kastın varlığı için yeterli değildir. Kastın varlığı için ayrıca fiilini isteyerek/iradesiyle gerçekleştirmesi şarttır. Fiilin, özgür iradeye dayanıyor olması şarttır. Elbette ki, failin suçun kanuni tanımındaki unsurları bilip öngörerek hareket etmiş olması bu fiili istemiş olduğuna da karine teşkil eder. Ancak failin suç tanımındaki unsurları bilerek hareket etmesine karşın gerçek iradesi/istediği dışında hareket etmiş olması mümkündür[3]. Örneğin, cebir veya tehdit etkisiyle bir eylemi işlemek zorunluluğunda kalan kişi, bu eylem açısından kasten hareket etmiştir. Ancak bu eylemi işleme hususundaki iradesi, cebir veya tehdit etkisiyle oluşmuş bir iradedir. Burada bir irade varsa da bu irade zorlama ürünüdür. Failde kasten işlediği bu eyleme ilişkin olarak davranışlarını serbestçe yönlendirebilme yeteneğinin artık mevcut olmadığını kabul ettiğimiz için bu eylem dolayısıyla faili kusurlu saymamakta ve cezalandırmamaktayız[4]. 5237 sayılı TCK’nın 28. maddesi hükmüne göre, “karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı cebir ve şiddet veya muhakkak ve ağır bir korkutma veya tehdit sonucu suç işleyen kimseye ceza verilmez bu gibi hallerde cebir ve şiddet, korkutma ve tehdidi kullanan kişi suçun faili sayılır”.

Bilme, isteme anlamına gelmez. Netice tasavvur edildiği halde istenmemiş olabilir. Kast ve taksiri ayıran en önemli çizgiyi isteme öğesi oluşturmaktadır. Kast, bilinen netice istenilerek hareket edilmesi, taksir ise öngörülen veya öngörülebilen netice istenmeden hareket edilmesidir[5].

Hangi hallerde insan davranışından doğan bir sonucun istenmiş sayılabileceğini belirlemek konusundaki güçlükler çok çeşitlidir ve hiç de küçümsenmeyecek ağırlıktadır. Bu sorunla ilgili doktrinde iki teori yani tasavvur teorisi ve irade teorisi uzun süre birbiriyle çatışma halinde olmuştur. Tasavvur teorisinin savunucularına göre, kastın varlığı için sonucun tasavvur edilmesi yeterlidir. Çünkü kişinin fiziki faaliyetinin sonuçları iradenin konusu olamaz. İrade sinirleri hareket geçirmekle ve böylece hareketini meydana getirmekle son bulur. Oysa aynı zamanda faile yabancı olan şartlara da bağlı bulunan sonuç sadece öngörülebilir[6].

İrade teorisi ise, tasavvur teorisinin hareket noktasını reddederek, hareketin bir amaç için vasıtadan ibaret olduğunu ve iradenin esas amacının dış bir olay, yani doğalcı anlamda bir sonuç olduğunu savunmaktadır. Bu teoriye göre kastın esası, sonucun irade edilmesinden ibarettir[7].

Bugün için tamamen psikolojik açıdan ele alındığında tasavvur teorisinin ileri sürdüğü gibi vücut davranışlarının sonuçlarının irade edilemeyeceği, çünkü bu sonuçlar yönünden kişinin iradesinin sadece tasavvur etmek biçiminde olabileceği genellikle kabul edilmektedir. Günlük hayatta ve dilde irade, insan davranışlarının sonuçlarını da kapsayacak biçimde geniş anlaşılmaktadır. Ancak bir sonucun hukuki yönden ne zaman fail tarafından istenmiş sayılacağını belirlemek, çözümlenmesi çok güç bir sorun olup, bu konuda çok çeşitli ve karmaşık olaylarla karşılaşmak mümkündür[8]. Belirtmek gerekir ki, failin iradesinin yönelmiş olduğu sonuçların, yani faili harekete geçiren amaç veya hedefi oluşturan sonuçlar istenmiş sayılacaktır. Ancak failin hareketinden maksadın dışında kalan ikinci derecede neticeler de doğabilir ve bunların da irade unsuruna girip girmediği, fail tarafından istenip istenmediği sorununu çözümlemek gerekir. Bu sorun hakkında varılacak sonuç, sözü geçen neticelerden failin olası kastla mı yoksa bilinçli taksirle mi sorumlu tutulacağının belirlenmesine yol açacağı için, büyük bir önem taşımaktadır. Maksat dışında ikinci derecedeki neticelerin birbiri ardına gerçekleşmesi ya da biri yerine diğerinin gerçekleşmesi yönünden fail tarafından ayırım yapılmamışsa irade neticenin hepsini kapsadığından, fail bu neticelerden sorumlu olacaktır. Bunlardan ilkine ”birbirini izleyen kast”, diğerine ise “seçimlik kast“ denir[9].

Maksat dışında kalan neticelerle ilgili şu şekilde bir ayırım yapılabilir;

a.  Düşünülen ve öngörülen birden fazla neticelerden sadece birinin istenmesi bu durumda da yine bir ayırım yapmak gerekir[10].

aa. Failin maksadının dışında kalan ikinci derecede neticelerin maksadı oluşturan asıl neticenin gerçekleşmesi bakımından zorunlu olması: Failin bu ikinci derecede neticeleri de istediği, iradesinin bunları da kapsamına aldığını kabul etmek gerekir[11]. Mezger’in ikinci derecede doğrudan doğruya kast adını verdiği bu gibi hallerde gerçekleşmesi zorunlu neticelerin de maksada girdiğinden şüphe edilemez[12]. Failin gerçekleştirmek istediği neticeye bağlı ve ondan ayrılması mümkün olmayan tali neticeler çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir.

aaa.  Bu neticeler gerçekleşmesi istenen amaç yanında bir araç olabilir. Örneğin, vitrin arkasındaki adamı vurmak isteyenin, vitrin camını kırmak zorunda olmasıdır[13].

bbb.  Bu tali neticeler istenen neticenin devamı şeklinde de tezahür edebilir. Örneğin, ırza geçme suçunu işleyen fail, taşıdığı AİDS virüsünün mağdura da bulaşacağını bilmektedir. Bu bakımdan hastalığın bulaşması sonucu mağdurun ölmesi, tecavüzün bir devamı niteliğindedir[14]. ccc) Bu neticeler istenen neticenin gerçekleşmesinde ikincil(tali) nitelikte neticeler olabilir. Örneğin, motosikletle giden (A)’yı düşürmek isteyen fail arkada oturan (B)’nin de düşeceğini bilir [15].

bb. Düşünülüp öngörülen birden fazla neticeden sadece birinin istenip, maksat dışında kalan ikinci derecede neticelerin maksada zorunluluk değil, ihtimal bağı ile bağlanması: Failin gerçekleşmesi mümkün neticelerin de meydana gelmesi halinde bunları kabullenmesidir. Failin gerçekleştirmek istediği neticeye zorunlu olarak bağlı bulunmayan neticeleri öngörmesi ve kabullenmesi halinde olası kastan bahsedilir[16]. Örneğin, fail A’yı öldürmek istiyor ve ona nişan alıyor, ancak yanından geçen B’ye de kurşunun isabet edebileceğini biliyor, buna rağmen harekete devam ediyor. Bu durumda B ölürse, fail kast kurallarınca bundan sorumludur. Her ne kadar, burada “açık bir isteme yoksa da”, aynı sonucu doğuran “istememiş olmama” vardır. Dolayısıyla kastın bilme ve isteme şeklindeki iki unsuru da gerçekleşmiştir. İşte bu kasta, iradenin harekete geçmesini sağlayan kasttan yani maksattan ayırt edebilmek için “dolayısıyla kast” da denilmektedir [17].

cc. Fail tarafından ikinci derecede neticeler öngörülmüş olmakla beraber hiçbirinin istenmediği durumda fail sonucun gerçekleşme imkânını öngörmekle beraber bu sonucun gerçekleşmeyeceğine inandığı için hareket etmiş olabilir. Örneğin, bir sirkte bıçak atma numarası yapan bir kimse, bıçağın karşında duran kişiye isabet etmesinin ve onu yaralamasının mümkün olduğunu kuşkusuz öngörmekte, ancak ustalığına güvenmekte ve bu sonucu önleyebileceğine inanmaktadır. Bu durumda sonuç ortaya çıkacak olursa, bunun istenmiş olduğu söylenemez. Böyle durumlarda kasttan değil, sadece bilinçli veya öngörülü taksirden söz edilir[18].

Kast bakımından failin neticeyi mutlaka gerçekleştirmek istemesi şart değildir. Aksine neticeyi kendi davranışının gelecekteki sonucu olarak çok ya da az kesin olarak öngörebilmesi yeterlidir[19].

Kasti hareketin varlığı için öncelikle suç tipinde öngörülen maddi unsurların bilinmesi gereklidir. Bunun anlamı şudur; kastta daima tipik haksızlığın objektif unsurlarının bilinmesi önem taşır. Ancak fiilin ifade ettiği haksızlığın esası olan kastın mahiyeti, fiilin şartlarının sırf pasif bilgisi ile sınırlandırılamaz. Kasten hareket eden fail, şüphesiz, fiili bilmelidir ve kanuni tipteki neticeyi de en azından hareketinin muhtemel sonucu olarak öngörmelidir. Tabii ki kast, günlük dildeki anlamında olduğu gibi, esasen aktif bir iradeyi, yani fiilin unsurlarının bilgisine sahip olunmasını ve bunun sonuçlarının öngörülmesine rağmen, sonuçları ile birlikte fiil için karar vermeyi de içermektedir. Bir başka deyişle kasttaki irade, tipik fiilin gerçekleştirilmesine yönelik bir kararı, yani suçun tipik haksızlığını gerçekleştiren bir fiilin işlenmesi için failin iradi bir kararını gerektirir. Ancak buradaki irade, bilinçli hareket iradesi olup, fiilin ifade ettiği haksızlığın bir unsurunu oluşturmaktadır. Bu irade failin içerik olarak fiiliyle duygusal bir durumunun söz konusu olduğu ve bunu istediği şeklinde yanlış anlaşılmamalıdır. Özellikle failin fiilinin sonuçlarını tasvip etmesi veya iyi karşılaması da gerekli değildir[20].

Örneğin, ölümüne sebebiyet verebileceği bilinci içinde mağdurun boğazını sıkan ve fakat bu fiilin neticesinde mağdurun ölümünün gerçekleşmesine yönelik bir iradesi olmayan fail, ölümün gerçekleşmesinden kaçınmak istemesine rağmen ölümün meydana gelmesi halinde kasten hareket etmiş olacaktır. Çünkü boğazın sıkılması hareketi iradidir ve fail bu hareketinin doğurabileceği tehlikeyi göze almıştır. Dolayısıyla burada fail ölüm neticesini kabullendiği için olası kastla hareket ettiğinin söylenebileceği gibi, olayın oluş ve işleyiş şekline göre diğer şartların bulunması halinde, netice sebebiyle ağırlaşmış suç olan, kasten yaralama sonucu ölümün gerçekleşmesi suçu oluşmaktadır[21].

Kastın varlığı için suçun kanuni tanımındaki unsurların sadece bilinmesi yeterli olmayıp hareketten doğan neticesinin de özgür bir iradeye dayanarak istenmesi gerekmektedir. Maksat dışındaki ikinci derecedeki neticelerin birbiri ardına gerçekleşmesi ya da biri yerine diğerinin gerçekleşmesi yönünden fail tarafından ayırım yapılmamışsa, irade neticenin tamamını içerdiğinden, fail bu tarz ikinci derecedeki zorunlu neticelerden doğrudan doğruya sorumlu olup, eylemini doğrudan kast ile gerçekleştirdiği kabul edilecektir. Failin hareketinin sonucunda esas netice dışında suç oluşturan tali nitelikte neticelerin meydana gelmesi ihtimal dâhilinde ise, failin bunu öngörmesine rağmen neticeye ulaşmak için tali neticenin gerçekleşme olasılığını umursamadan veya göze olarak ya da kabullenerek eylemi gerçekleştirmesi halinde olası kast ile hareket ettiği kabul edilecektir. Ancak failin ihtimal dâhilinde olan neticeleri öngörmüş olmasına rağmen, gerçekleşmeyeceği konusunda kesin bir inançla hareket etmiş olup, istenmeyen neticenin gerçekleşmemesi için çaba göstermiş olması halinde, onun kasten hareket ettiği kabul edilemez. Bu durumda, bilinçli taksirin varlığından söz edilir[22].

  Doç. Dr. Cengiz APAYDIN
Cumhuriyet Savcısı
    Cenk Ayhan APAYDIN
Avukat-Yazar

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org


[1]     Önder, 295.

[2]     Yüce, 324.

[3]     Kaymaz/Gökcan, 38–39.

[4]     İçel ve diğerleri, 240.

[5]     Kaymaz/Gökçan, 39.

[6]     Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 12.

[7]     Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 12.

[8]     Toroslu, 133.

[9]     Dönmezer/Erman, C. II, 237.

[10]    Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 13.

[11]    Dönmezer/Erman, C. II, 238.

[12]    Dönmezer/Erman, C. II, 238.

[13]    Önder, 295.

[14]    Önder, 296.

[15]    Özbek, 279.

[16]    Artuk / Gökçen / Yenidünya, 597.

[17]    Demirbaş, Timur, Ceza Hukuk Genel Hükümler, Ankara, 2005, 317.

[18]    Toroslu, 135.

[19]    Bkz. Koca/Üzülmez, 167.

[20]    Bkz. Koca/Üzülmez, 169.

[21]    Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 15.

[22]    Apaydın, Olası Kastla İnsan Öldürme Suçu, 15.